24 Şubat 2014 Pazartesi

Osman Hamdi Bey Biyografi

Osman Hamdi Bey, batı terbiyesiyle yetişmiş ancak içinde bulunduğu kültürden uzaklaşmadan bunu yansıtabilmiş döneminin en önemli ressamlarından biridir. Sanat alanında tanınmasının yanında, arkeoloji alanında da birçok çalışmaya katılmış hatta Türkiye sınırları içindeki "İlk Türk Müzesi"nin kurucusu olmuştur.
Babası İbrahim Edhem Bey, Osmanlı Devleti'nde eğitim için Avrupa'ya gönderilen ilk dört gençten biriydi. 2. Mahmud zamanında Sakız Adası'nda çıkan bir isyanda esir alınarak İstanbul'a getirilen babası,Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa'ya köle olarak satılmıştı. 1829 yılında Sultan'nın izni ile Avrupa'ya eğitime gönderildi. Türkiye'ye döndükten sonra 1877 yılında Sadrazamlığa yükseldi.
Osman Hamdi Bey, eğitimli bir ailenin çocuğu olarak 1842 yılındaİstanbul'da doğdu. İlkokul eğitimini Beşiktaş'da bir okulda alan Osman Hamdi, 1856'da Mekteb-i Maarif-i Adliye'ye devam etti. 1857yılında 15 yaşında iken hukuk eğitimi alması için babası tarafındanParis'e gönderildi ve burada 12 yıl kaldı. Paris'de iken aralarında ünlü ressam Jean-Leon Gerome'un da bulunduğu atölyelerde çalışma fırsatı buldu. 22 yaşındayken Paris'te tanıştığı Marie adlı bir kızla evlendi ve 10 sene evli kaldılar. Bu evlilikten iki tane kızları olmuştu.
1869 yılında İstanbul'a döndüğünde Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü'ne getirildi. Ardından 1871'de Saray Protokol Müdür Yardımcılığı'na atandı. 1873'de Viyana'da Uluslararası Sergi Komiserliği görevi sırasında ikinci eşi ile evliliğini yaptı.
11 Eylül1881 tarihinde Müze-i Humayun'da müdürlük görevine atandı. Burada birçok reformlar yaparak batılı anlamda müzeciliği Osmanlıya getirdi.1883 yılında kuruculuğunu üstlendiği Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aliye'nin müdürlüğünü yaptı. Yaptığı arkeolojik kazılar ve ülkenin topraklarına ait kültürel değerleri sahiplenme bilinciyle çıkarttığı Asar-ı Atîka Nizamnamesi ile Türk Tarih ve Arkeoloji'sine büyük katkılarda bulundu. yaptığı kazılar arasında Lagita Tapınağı ve İskender Lahiti de bulunmaktadır. Bu büyük eserlerin sergilenmesi için 1891 yılında "ilk türk müze binası" olan İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni açtı. Babasının Dahiliye Nazırıolmasından faydalanarak vilayetlere gönderilen genelgeler ile, Anadolu'nun her yerinden eserler istanbul'daki müzeye gönderildi.
Müzeciliğinin yanında ressam olarak da önemli eserler verdi. Resimlerinde Paris'de bulunduğu dönem eğitim aldığı Gerome veBoulanger'in etkileri görülmektedir. Türk resminde ilk kez figürlü kompozisyonu kullanan ressamdı. Eserlerinde ayrıca oryantalizm etkileri de görülmetedir. Kadın temasını sıklıkla tekrar etmiştir. En ünlü yapıtları ise Kaplumbağa Terbiyecisi(1906) ve Silah Taciri(1908)'dir. "Kaplumbağa Terbiyecisi" adlı resminde Lale Devri'ne ve Sadabat Eğlencelerine dair ipuçları bulunmaktadır. Resimde ayrıca tek ışık kaynağından gelen ışığın ana öğeler üzerinde yoğunlaşması sonucu gereksiz detaylardan arındırıldığı anlaşılmaktadır. Bir diğer önemli resmin olan "Silah Taciri"nde ise kendisini ve oğlunu resmettiği düşünülmektedir. Resimdeki diğer ana öğeler ise tüfekler, kılıçlar ve başlıklardır.
Osman Hamdi Bey'in resimleri bir anlamda batının oryantalizmine bir bakış açısıdır. Batılı uslubu kullanırken, konu olarak kendi kültürünü seçmiştir.
1884 yılında Gebze, Eskihisar Köyü'ndeki köşke karısı Naibe Hanım, oğlu ve kızını da alarak yerleşti. Aile yakınları başta olmak üzere birçok insanın da portre çalışmalarını bu dönemde yaptı. Bugün bu köşk "Osman Hamdi Bey Müzesi" olarak hizmet vermektedir.
24 Şubat1910‘da İstanbul, Kuruçeşme'de vefat eden Osman Hamdi Bey'in mezarı Çinili Köşk’de bulunmaktadır.
Önemli Eserleri:

Kahve Ocağı (1879) Haremden (1880) İki Müzisyen Kız (1880) Kuran okuyan Kız (1880) Çarşaflanan Kadınlar (1880) Vazo Yerleştiren Kız (1881) Gebze’den Manzara (1881) Çekik Gözlü Kız-Tevfika (1882) Türbe Ziyaretinde İki Genç Kız I Türbe Ziyaretinde İki Genç Kız II (1890) Feraceli Kadınlar (1904) Pembe Başlıklı Kız (1904) Kaplumbağa Terbiyecisi (1906) Mimozalı Kadın (1906) Şehzade Türbesinde Derviş (1908) Silah Taciri (1908) Beyaz Entarili Kız (1908) Sarı Kurdeleli Kız (1909)

Dans Çeşitleri

Vals
Vals, 19.yüzyılın başlarında Avusturya ve Almanya'da dans edilen bölgelerin yerel farklılıklarını bünyesinde barındırarak gelişim göstermiştir. Özellikle Kuzey Avusturya'nın 'Landlob der Enss' bölgesinde uygulanan dans stili 'Londler' adını alarak çok popüler olmuştur.

Vals kısa sürede Johann Strauss'un müziğinin etkisiyle Viyana'da ve 1812 yılından itibaren de İngiltere'de geniş kitlelere ulaşmış, aristokrasinin beğenisini kazanarak baloların vazgeçilmez eğlencesi olmuştur. Günümüzde Vals 'Viyana Valsi' ve 'Modern Vals' olmak üzere iki farklı ritim ve kategoride dünya dans literatüründe yer almaktadır.

Tango
Tango, Buones Aires, Arjantin ve Montevideo, Uruguay kökenli bir dans ve müzik türüdür.
Tango ile insan kendi vurgusunu, kendi sesini, kendi ritmini yansıtırken, karşısındakine ait olanı dinleme şansını bulur.
Tango mükemmel bir dil ve öğrenen herkese, sunduğu sonsuz seçeneklerle, eşsiz bir iletişim sağlar.
Tango, kendiliğinden ve yapanın yarattığı bir danstır. Çoğu zaman ise hayatın metaforik bir ifadesi olarak adlandırılabilir. Tango o kadar doğaldır ki, bazen gerçekliğe bir karşı çıkış veya kendini yeniden gerçekleştirme biçimi olarak görülür. Tango, içinde hezeyanı, hüznü, bireyselliği, iktidarı, tutkuyu, aşkı, bir olmayı, neşeyi, paylaşmayı, hoşgörüyü, yani hayata dair çok şeyi barındırır.

Farklılıklara, seçimlere, olasılıklara yer bırakmayan büyük kent yaşamında tutsak olmuş, kendisine, en temel, en yerleşik rolüne, cinsel kimliğine dahi yabancılaşmış günümüz insanının isyanıdır tango… 

Öyleyse tango, dans etme yeteneğine sahip olanların değil, herkesin dansıdır.
Tango seyredenin değil, yapanın dansıdır.

Çarliston
Çarliston, 1920'lerde son derece yaygın olan ve sık sık yeniden canlanan caz dansıdır. Tek başına, çiftlerle ya da grup halinde yapılır. Temel ayak figürü, ayak uçlarının içe, topukların dışa döndürülerek atılmasından oluşur. 1903 kayıtlarında adına rastlanan Çarliston, ABD'nin bütün güney eyaletlerinde bilinen, özellikle de Güney Carolina'da bulunan, Charleston şehri ile özdeşleştirilen, Afro-Amerikanlar'a özgü bir halk dansıdır.

Cha Cha
Küba familyası danslarının diğer bir üyesi olan Cha Cha, aynı zamanda sosyal Latin-Amerikan danslarının en popüler olanıdır. Cha Cha'nın birçok hareketinde bu sebeble Rumba Mambo hareketlerinden benzerlikler vardır. Cha Cha adı İspanyolca'da 'Chacha' çocuk bakıcısı demektir.

Cha Cha dansı, müziğinin de olduğu gibi; canlı, göz alıcı, alaycıdır ve coşkun ritmiyle dünyadaki tüm dansçıların rağbet edip zevk alacağı türden nadir bir eğlence sunar. 

Swing
Swing, 1920'li yılların sonlarına doğru gelişmeye başlamış ve 40'ların ortalarına kadar da etkisini sürdürmüştür. Bu dönem müzisyenleri, müziklerine rahatlık hissi ve çok sıkı olmayan bir ritim anlayışı katmış, sekizlik nota kalıbını kullanmışlardır. Bütün bunlar da swing hissini karakterize eden önemli unsurlardır. Dönemin eserlerinin çoğu, orkestralar tarafından icra edildiğinden swing dönemi aynı zamanda caz orkestralarının 'altın çağı' olarak da düşünülebilir. Ritmik yapısından ötürü bu müzik dansı seven birçok insanın dikkatini çekmiştir ve büyük heyecan uyandırmıştır.

Rock'n Roll
Rock'n Roll dansı 'sallan ve yuvarlan' anlamına uygun olarak yapılan bir dans türüdür. Bu dans, Rock and Roll denen müzikle birlikte 1950'li yıllarda gençler arasında en çok sevilen dans türüydü. Dansın en bilindik hareketi, erkeğin kadını havaya doğru atıp sonra tekrar yakalamasıdır. Dansta akrobatik hareketler kullanılır. Günümüzde daha çok gösteri amacıyla sergilenen bir yarışma dansı haline gelmiştir.

Break Dance
Dansın adının break dance olmasının sebebi, hip hop müziğinin temel öğesi olan breakbeat'e uyumlu bir şekilde hareket edilmesidir. Aynı müzik gibi dansta da Bebop, Soul-Train, Funk gibi akımlardan etkilenme ve onları yeniden harmanlama söz konusudur. Tabii ki bunların üstüne yeni şeyler de ekleyerek; kafanın üzerinde dönerek yapılan helikopter dansını ya da birbirinin bedenine akım vererek kıvrılma yoluyla yapılan electric boogie'yi daha önce kimsenin denemediği kesindir. Bu zor hareketler bir bakıma gettoda yaşayan ve hayatta çok fazla yer alamayan gençlerin kendi bedenleri üzerindeki hakimiyetlerinin bir ifadesidir. Onlar da sokaklara çıkıp dans ederek hip hop'un tüm dünyaya yayılmasında etken olmuşlardır.

Mambo
Mambo, Küba'da daha çok Haitililer'in yaşadığı bölgede ortaya çıkmıştır. Mambo dansı, 1943 yılında Havana'daki La Tropicana adında bir gece kulübünde sunduğu dans ile Perez Prado'ya atfedilir. Mambo birçok danstan etkilenmiştir. ( Afrikan, Cuban, Jazz, Hip-Hop ve hatta Bale) Bundan dolayı Mambo'da asla adımlar bitmez. Birçok insan, Mambo'yu çok hızlı bir dans gibi görür. Gerçekte Mambo yavaş, titiz ve çok fazla hareket gerektirmeyen bir danstır.

Samba
Samba müziği ve dansı Brezilya'dan dünyaya yayılmıştır. Kökü Afrikalı kölelere dayanır. Brezilyalılar tarafından yapılan biçimi, kurallara bağlı ve oldukça biçimlendirilmiş balo salonu dansından çok daha zordur. Kadın ve erkek farklı ve beraber ama dokunmadan dans ederler. Kadınların dansı her ayağın topuk üzerinde döndüğü, hızlı simetrik ayak hareketleri olarak betimlenebilir. Bu ayak hareketlerinin yanı sıra, kalça ve omuzları kıvırarak bütün vücudu harekete geçiren bir dans oluşturulur. Erkekler de aynı adımları atarlar ancak bunlara hızlı kalça ve omuz hareketleri eşlik etmez. Erkekler kadınların çevresinde dans ederek dönerler. Samba'nın Brezilya müziğine ait tamborim, chocalho, reco-reco ve cabaca gibi enstrümanlar ile hayat bulan, kuvvetli davul ritimleri taşıyan özgün ritimli bir müziği vardır. 

Mazurka
Mazurka, Mazurya iline özgü bir çeşit Leh halk dansı ve müziğidir. Bu dansın ezgileri romantik çağda tüm Avrupa müziğini etkilemiştir. 16. yüzyılda ortaya çıkan Mazurka, Polonya Sarayı'nca da benimsenmesine karşın bir köylü dansı olarak kalmıştır. Daha sonra Rus ve Alman balo salonlarına, 1830'larda da İngiltere ve Fransa'ya ulaşmıştır. Genellikle bir, dört ya da sekiz çift tarafından yapılır. Elliden fazla, değişik dans adımı vardır. Chopin, piyano için birçok mazurka bestelemiştir.

Twist
60'lar öncesi popüler olan, çiftlerin birbirine dokunmasıyla ünlü 'touch' adlı dans şekli, 60'ların başından itibaren yerini büyüklerin nefret ettiği, gençlerin ise çok sevdiği, dans mı yoksa jimnastik mi tartışması yaratan 'twist' e bırakmıştır. Chubby Checker'ın başını çektiği 'twist' dansı, banyo sonrası havluyla kurulanırken yapılan hareketlerden ilham almıştır. 

Oryantal
Doğa olaylarını beden hareketleriyle sembolize etmeye çalışan insan; göbeğini, kalçasını ve belini kullanmıştır. Depremi anlatmak için bedeni titretmeyi, fırtınayı anlatmak için ani kalça atışlarını ve hortumu anlatmak için de gövdeyi baştan ayağa dalgalandırmayı keşfetmiştir. Oryantalin de ilk tohumları milattan yüzyıllarca önce böyle atılmıştır. Arabistan yarımadasında ise oryantal, insanın dünyaya geliş öyküsünü anlatabilme çabasıyla, milattan iki bin yıl kadar önce ortaya çıkmıştır. 

İnsanı dünyaya getiren kadındı; bu nedenle bunu anlatanlar da kadınlar oldu. Hamilelik sürecinde yaşanan sancılar ve doğum sırasında kasılan, titreyen bedenler; dans dilinde vücut bulmuş oldu. 

Selçuklular döneminde Anadolu da oryantal dans türüyle tanıştı. Zaten kendi kültüründe benzer dansları barındıran Anadolu, böylece Arap kültürünün de katılımıyla sentez bir oryantal yaratmıştır. 

Salsa 
Salsa, genellikle Karayipler kökenli olduğu varsayılan bir müzik ve oynama çeşididir. Önceleri yalnızca Güney/Orta Amerika kökenli kişiler arasında yaygın olan bu müzik türü, özellikle 1980'lerden sonra yeryüzünün her köşesinde sevilir duruma gelmiştir. 

Birkaç müzik türünün karışımından oluşmuş olan Salsa, sık sık da Küba kökenli değişik müzik türlerini tanımlamak için de kullanılır. Belki de bu yüzden bu türe İspanyolca'da 'sos' anlamına gelen Salsa sözcüğü uygun görülmüştür. 

Salsanın kökeni konusunda değişik görüşler vardır. Çoğunlukla salsanın öncelikle Küba'nın 'Son' müziğinden geldiği öne sürülse de, bazıları kökeninin 1950'lerin New York'unda görülen müzik biçemlerinin karışımından oluştuğunu öne sürerler. Her durumda, bu müzik türündeki Karayipler etkisi yadsınamaz.

Merengue
Merengue, Dominik Cumhuriyeti'nin yerel dansı olmakla beraber, komşu ülke Haiti'nin de etkisinde kalmıştır. Dansın kökeninin iki popüler hikâyesi vardır. İlk hikayeye göre bu dans, zincirlenmiş olan kölelerin hareket edebilme arzusuyla yaptıkları davranışları konu alır. Diğer hikaye ise, bu dansın ülkedeki bir devrim sırasında bacağından vurulan bir kahramanın eve dönüş partisinde yandaşlarının zıplayarak ve bir bacaklarını sürükleyerek yaptıkları hareketleri temsil ettiğini söyler. 

Orijinal olarak Merengue, çiftler halinde değil, bir çember halinde yapılır. Hızlı ayak hareketleri ve omuzların silkinme hareketi dansın karakterini oluşturur. Merengue, özellikle 19. yüzyıl ortalarında popüler hale gelmiştir. 

Bachata
Bachata, Dominik kökenli müzik ve dansın adıdır. Yerli dilinde 'acılı aşk şarkısı' manasına gelir. Biraz bolero ve daha popüler bir dans olan merengue'nin karışımıdır. Temel enstrümanı gitardır. Temeli ayak adımlarına dayanan dans, şu sıralar özellikle Avrupa'da çok ilgi görmektedir.

Rumba
Rumba'nın yavaş, kalp atışını andıran ritmi ve romantik müziği, onun sonsuz ve evrensel çekiciliğinin ana etkenidir. Dansın kendisi, tutkusuyla partnerini ritmin yoğunluğunda baştan çıkarmaya çalışan duygulu ve kışkırtıcı Latin aşığının özgüvenini ve gücünü simgeler. Ancak Rumbada bayan kolay boyun eğmez. Dişi cilveli ve nazlı edasıyla erkeğini önce cezbedip, sonra onun yakınlaşma isteğini reddederek kendi yaptırımını ortaya koyar. Şayet Tango tutkunun dansıysa, Rumba da hiç kuşkusuz aşkın dansıdır. 

Bale
Bale dans, mimik, müzik ve dekor sanatlarının ileri standartta birleştirilerek kullanıldığı bir tiyatro gösterisi olarak tanımlanabilir. Asıl eleman olarak kullanılan dans aslında İtalyanca dans anlamına gelen 'ballo' ya da 'balletto' sözcüğünden türetilmiştir. Görsel sanatların en pırıltılısı olan bale, özellikle küçük kız çocuklarının düşlerini süsleyen büyülü bir dünyadır. Disiplinli, özverili, algılamadaki gelişimin temellerini atan, alabildiğine renkli ve zevkli, uzun bir süreçtir bale eğitimi... Bale eğitiminde enstrüman 'vücut'tur. Bu nedenle, çocuğun anatomik yapısı gözetilmeden verilen yüklemeci ve gösterişe dayanan eğitimin zararları, ömür boyu sürmekte ve en önemlisi balenin düşünsel ve zeka ile ilgili boyutunu da etkileyerek asıl amacından uzaklaşmaktadır.

Son olarak belirtilmesi gerekir ki; eğitimi ve süreci ne kadar uzun ve zorlu olursa olsun duyguların, estetiğin ve tutkuların düşsel bir dışavurumudur bale. 

Flamenko
Flamenko, Güney İspanya'nın Endülüs bölgesine özgü ama bu bölgeyle sınırlı kalmamış bir müzik ve dans türüdür. 

Bizler belki de, asırlardır süregelen bu gizemli müzik ve dansın içinde barındırdığı hüznün güzelliğine, içinde bulunduğu hüznü terk etmek istemeyen insanların halini anlatan ve flamenko sanatına ilham veren bu ruhani güce (İspanyolca karşılığı Duende'dir) kapılıyoruz ve flamenko sanatından bu kadar çok etkileniyoruz. 

Flamenko'nun özü şarkıdır. Çoğunlukla gitar ve doğaçlama dans şarkıya eşlik eder. 

Paso Doble
'Paso Doble' terimi dansın kültürünü pek de çağrıştırmayarak 'iki adım' anlamına gelir. Tıpkı İspanyolların boğa güreşlerindeki gibi erkeğin bir matadoru ve kadının da pelerinini temsil ettiği bu dans, sadece anayurdu İspanya ve Fransa'da değil, tüm dünya çapında etkisi yok olmayacak bir tutku silsilesi yaratmıştır. Paso Doble'nin kolaylaştırılmış sosyal versiyonu, yaş veya kabiliyet sınırı tanımaksızın dünyadaki dans kulüplerinde görülebilir. Özellikle İspanya, Fransa, Latin-Amerika ülkelerinde daha yaygındır. 

Sirtaki
Günümüz Yunan kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen Sirtaki Dansı, Bizans döneminde İstanbul'da oynanan Hasapiko Argo dansından doğmuştur. Sürgün ve göçmen düşlerin öksüz çocuğudur sirtaki. Kara sevdanın, çaresizliğin, koyvermişliğin, avareliğin dansıdır. Ama aynı zamanda umudun, aşkın ve coşkunun dansıdır. Yalın ve gönlü zengin bir danstır; güler yüzlüdür, hayatın kutsallarını fazlaca ciddiye almaz. Ayrıca sirtaki için sürgün yollarının, yitirilmiş aşkların ve erişilmez düşlerin dansı da denebil

Dansın Tarihçesi

Dünyada Dans ve Türkiye'de Dans tarihçesi, günümüzdeki önemi ve gelecekteki yeri.

İnsanlığın varoluşu ile ortaya çıkan dans bütün güzel sanatların anasıdır. İnsanlıkla aynı yaşta olup, insanoğlu tarafından nesilden nesile yüzyıllar boyunca süregelmiştir. Ritmik ve estetik hareketleri ile gözlere, bütünleştiği müzik ile kulağa hitap ederek sözlük anlamı yazılamayan güçlü bir lisan olmuştur. Tüm dünyada tek ortak dil ve kültür varlığı olan dans, insanoğlunun sahip dduğu tek anonim sanattır. Dans yüzyıllar boyu dinsel, folklorik ve toplum dansları olarak iç içe bağlı dduğu müzik türleri ile gelişerek, değişerek bugüne kadar gelmiştir. Bugünden sonrada değişimlere uğrayarak insanlığın ortak sanatı olmaya devam edecektir. 
Dans kendinden sonraki tüm sanatların öncüsüdür. Konuşma dilinin olmadığı zamanlarda insanlar birbirleri ile dans dili ile anlaşabiliyorlardı. İlk insanlar önce tepindiler, seslere kulak vererek yaptıkları hareketlere bir anlam verdiler. Böylelikle dans tarif edilen bir sanat dalı darak ortaya çıktı. Belirli bir amaçla yapılan ritmik hareketlere DANS adı verildi. Tüm dünyada dans kelimesi tek anlamlı bir kelime olarak yerini aldı. 

Dansı bir ülkeye veya belli bir topluma mal etmek yanlıştır. Bugüne kadar yapılan araştırmalar şunu göstermiştir ki dans kendi içerisinde farklılıkları olsa da esasta aynı olup insanlığın ortak malıdır. Aynı zamanda insanlık tarihinin de ilk sanatı olan dans, tüm güzel sanatların ve bazı sporların anasıdır. 

1789 Fransız Devrimi ile çok sayıda gelen yeniliklerden biriside, dansın bilinçli gelişim sürecine girmesi oldu. 

İlk olarak 'Country' dansları çıktı ve Avrupa'yı sardı. Arkasından her figürün ayrı bir anlatım olan 'Kadrıl' dansı moda oldu. Bu orijinal danstan sonra dans tarihinin en uzun ömürlüsü dan 'Vals' dansı bütün gönülleri fethetti. Bu arada vals Viyana'ya yerleşirken Paris'te aynı türde daha hareketli ve hızlı bir dans olan 'Polka' moda oldu. Sonra 'Mazurkâ ile birçok hareketli danslar ortaya çıktı, Amerikan Kadrili ile 20. yy. başlarına kadar gelindi. 20. yüzyılın başlarında sıcak ülkelerden gelen çok değişik bir dans sevilmeye başlandı; bu dans Tango idi. 

Hareketli ve zarif bir dans olan Tango hızla yayıldı ve klasikleşerek dans dünyasında ölümsüzleşen yerini aldı. 

Yıl 1908'in başı idi. Atlantik ötelerinden gelen 'Boston' ve'Two Step' isimli danslar bir fırtına gibi dans salonlarına girdi. 

Müzik ve ritimlerde sıcak rüzgarlar eserek ağırbaşlı müziğe galip geldi. Caz müziği temsilcileri, yarattıkları 'Fox Trot' dansını 1917de bütün dünyaya tanıttılar. 1923'te 'Samba', 1927de 'Pasodoble' dansları, dans salonlarında yapılmaya başlandı. One Step dansı bunların arasına katılmakta gecikmedi. Fox Trot dansı sokaklara kadar taştı. Yeni danslar çıkmaya devam ederken eskiler listeye ilave olmaya devam etti. Bu gelişmeyi takiben çok hareketli ve hızlı bir dans olan 'Çarliston' dünya gençliğini fethefli. Müzik dünyası çarliston müzikleri yapmak için yarıştılar. 1927'den sonra açılan eğlence mekanlarında insanlar sadece dans ederek eğlendiler. 'Rumba', 'Karyoka' , 'Kokoraça', yeni danslar listesine girdi. II. Dünya Savaşından sonra dansta yeniden kendi dünyasını kurdu. Gençliği harekete geçiren danslar 'Swing', 'Blues', 'Be Bop' dans salonlarına girdi. Dans pistleri sınır tanımadı ve yeni danslar moda olmaya devam etti. Rock'n Roll, Twist, Shake, Hully Gully Jerk, Bogolca, Surf gibi benzeri dansların ardı arkası kesilmedi. Ama bu hızlı gelişme yanında bilinci de getirdi. Danslar kendi içlerinde hangi müzikle yapılıyorsa ona göre sınıflandırılmaya başlandı. Latin Amerikan Dansları, Standart Danslar, Klasik Danslar, Caz Dans, Tap Dans gibi isimlerle gruplandırıldı ve dans federasyonları kurulmaya başlandı. Onlarda kendi aralarında birleşerek Dünya ve Avrupa dans şampiyonluklarını başlattılar. 

Kültürel yönden gelişmiş ülkelerin hemen hemen hepsi dansa gereken önemi vererek dans federasyonları oluşturmuşlardır. Aynı ülkeler kendi aralarında birleşerek konfederasyonlarını kurmuşlardır. Her yıl dans yarışmaları düzenleyen bu kuruluşlar sayesinde dans, olimpiyatlara katılabilen bir spor dalı olarak kabul edilmiştir. Bugün için bir çok spor dalının ( Buz dansı, Ritmik jimnastik, senkroniye su sporları v.s ) alt yapısında yer alan dans sanatına gereken önemi veren ülkeler burada kazandıkları tecrübeyle dansa, estetiğe, ritme ve görselliğe dayalı diğer spor dallarında da gereken başarıyı göstermektedirler. İlk öğretim çağını bitiren ve ritme, estetiğe dans eğitmine önem vererek aynı paraleldeki sporla uğraşanlar başarıyı daha çabuk yakalamaktadırlar. 

Dans eğitimi gören sporcuların ritim duyguları gelişecek, vücut estetikleri ve estetik hareketleri artacak, ana spor dalındaki çalışmaları ve antremanları için kendilerine güven gelecektir. Fiziksel ve ruhsal yörıden daha rahat olacaklardır. 

Avrupa Birliği ülkeleri arasında kültürel birliğin oluşumunda dansın önemi Kopenhag uyum kriterlerinde yer almaktadır. A.B'ne aday ülke dan Türkiye'de dansa gereken önemi vererek bu uyumun içinde yerini almalıdır. 

'Dans medeni bir ihtiyaçtır' diyen Büyük Atatürk'ün bu söylevinden yola çıkarak dans çalışmalarına katılan gençlerin, yardımlaşma, kaynaşma ve benzeri sosyal yönleri de gelişmekte, bulundukları ortama daha çabuk uyum sağlamaktadırlar. 
Gönderilen Fotoğraf

Laik Türkiye'mizin çağdaş ve modern toplum anlayışına katkıda bulunmak geleceğin gençlerine Dünyanın evrensel sanatı olan dansların bilincini ve sevgisini yaymak için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. 

Ülkemizde hızla gelişmekte olan dans sanatına bugün TC. MEB Dans kursları, üniversitelerde oluşan dans kulüpleri, özel dans stüdyoları ve sanat okullarının dans bölümleri sahip çıkmaktadır. 

Türklerde Şamanizmden bu yana dans vardır. Tabiat olaylarına ve savaş hazırlıklarında dans ile yer verilmişti. 

Türkler dans etmeyi daima bir coşku sonucu veya bir kıvancı paylaşma amacı ile yapmışlar. Savaş sonrası zafer sevinci ile dans eden, Türk kavimi Kazak'ların 'Kazak Dansı' tüm dünyada tanınmak ve bilinmektedir. Hareketli bir toplum dan Türklerin dansları, bölgesel farklılıklara ( Hatay'lar, Horon'lar v.s) göre çeşitlilik gösterirler. 

Anadolu'ya yerleşen Türklerde bu farklılıklar belirgindir. Yüzyıllar boyu Anadolu'da ki otantik dansları bugüne dek devam etmiştir. Halen çocukların oyun olarak yaptıkları birçok hareketler bu dansların devamı ve kalıntılarıdır. 

Dans İletişimdir.
İnsanların iletişim yollarından biriside jestler ya da değişik çeişitli hareketlerdir. Hiç bilmediğnizyabancı bir ülkede zararsız olduğunu düşündüğünüz bir jestin veya hareketin o ülkede hoş olmayan bir hareket olmayan gördüğünüzde şaşırabilirsiniz. Veya sizin yanlış bildiğiniz bir jestin o ülkede doğru olduğunu iltifat olarak bilindiğini dahi görebilirsiniz. Tüm ülkelerde ise tek ir jest ve hareket anlayışı olan sadece DANS'tır. Dans edenlerin yaptığı yalnızca iç duygularını ifade eden dansın karakterini taşıyan hareketlerdir. Dansedenler iç dünyalarınını dışa vurarak özgürlüğün tadını çıkarmak isterler. Farkında olalım veya olmayalım bedenimiz hareketlerle konuşur. Bu yüzden dans bedenin dilidir ve tarih boyuncada bir iletişim yolu olarak kullanılmıştır.

Bir kutlamanın sevinç ve çoşkunluğundan dinsel ayin ve geleneklerin ciddiyetine kadar insanlar tüm duygularını dans yoluyla ifade etmişlerdir.
Dansçılar izleyici ile birbirinden farklı iki yolla iletişim kurarlar bunlar beden diliyle ve yüzlerindeki bakışlarla içlerindeki duygularını etrafa saçarak ve karmaşık jestlerle, mimiklerle göstererek pandomim veya dans tiyatrosu anlamında olacak göstereleri kullanarak anlatmak olacaktır.
Bazı danslarda iletişim çok kolay sağlanabilir, bazılarında ise o dili bilenler sadece anlayabilir.
Bale yapanlar kalbin üzerine konan el hareketinin aşkı anlattığını hemen anlar. Her ülkenin kendi danslarında da değişik hareketlerle izleyecisi arasında bağ kurmak çok kolaydır. 

Dans etmek ya da etmemek
Dans aynı zamanda çok hoş bir eğlencedir. İyi bir spordur. Dans edenler her zaman sağlıklı ve dinç olurlar, her yaşın kendine uygun bir dans türü vardır. Dans temiz ve açık bir anlatımın, özgürce yaşamanın, karşınızdakinden fiziksel bir karşılık alabileceğiniz keyifli bir araçtır. Dolayısıyla dans ister tek ister çift isterse toplu olarak yapılsın önemli olan sizde uyardığını düşüncelerdir. Bu düşünceler sizde bulunduğunuz ortama göre eğer yanlış duygular uyandırıyorsa bu durumda başkaları içn olmasada sizin için dans zararlıdır. Dans etmek veya etmemek için akılcı karar vermek için üzerinde düşünmeniz gerekenler için şu soruları kendinize sorun:
Bu dansın amacı nedir?
Bu dans nasıl tanınıyor?
Dans hareketleri neyi ifade ediyor?
Dans ederken içimde ne tür düşünceler ve duygular uyandırıyor?
Dans ettiğim kişide ya da izleyenler ne düşünüyor? Dansın bana verdiği nedir?
Dansı ne kadar seviyorum?
Ve bu soruların cevaplarını kendinizde bulduktan sonra başkalarının ne yaptıklarına bakmaksızın vicdanınızın kararına uyun.
Unutmayın Dans 21. yızyıl bilişim çağının hem sporu hem sanatı hem de eğlencesi olacaktır. Globalleşen dünyamızda gelişen tek dal DANS'tır.

Türeyiş Destanı

Destan Hakkında Bilgi:
     Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk İmparatorluğunu Göktürkler' den devralan Uygur Türkler' i, Türeyiş Destanı ile soylarının vücud buluşunu anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında hakim bir inanış olarak beliren, soyun ilahi bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.
     Uygur Türeeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yekın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahi motife bağlanmaktadır.
     Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrid edilip kavimleşmiş bir sıoyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır. Nitekim, bundan sonra göreceğimiz, yine bir Uygur Destanı olan Göç Destanı, Türeyiş Destanının tabii bir devamı intibaını vermektedir.
Destan:
     Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Ökle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı.
     Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. Ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmağa başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün, Hakanın kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.

     Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu; bunlara Dokuz Oğuz- On Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi Bozkurt sesine benzedi, yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.

Şu Destanı

Şu Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.

Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı, kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.

Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3. Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.

Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:

Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmışt

Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:

''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''
Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.
Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:
''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''
Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:
''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''
Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.

O sırada, Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp, yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini, Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan, kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı. Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet, kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken, kentte kimse kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.
Bütün millet, Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak, binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat, pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.
''Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz, geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.'' dediler.
İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.
Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ''Türk mânend'' dedi. Bu söz, ''Türk'e benziyorlar'' anlamına geliyordu. Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar olurkan Şu Kagan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kagan, artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü, kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua gelmişti. Şu Kagan, çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri, gidecek olanların tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını, başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan, vezirine hak verdi. Yaşlı, deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.

Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle karşılaştılar. Türk çerileri, Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk erlerinden biri, Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı, çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın Kan (Altun Han) dendi.

Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu. Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar, kenti aşamadılar.

Manas Destanı

Kırgızlar arasında oluşan Manas Destanı, bugün de bütün canlılığı ile devam etmektedir. Manas destanının 11 ile 12. yüzyıllar arasında meydana geldiği düşünülmektedir. Bu destanın ana kahramanı Manas da, tıpkı Oğuz Kağan destanının İslâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi İslamiyet’i yaymak için mücadele eden bir yiğittir. Böyle olmakla birlikte Manas destanında Müslümanlık öncesi Türk kültür, inanç ve kabullerinin tamamını sergilenmektedir. Bazı varyantları dört yüz bin mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dairesinin kültür abidesi niteliğindedir.
Büyük Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) bu destanla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan’ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869′da yapmıştır. Radloff’un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşur. Fakat Manasçıların okuduğu dize sayısı, 16 bin mısra civarındadır. Bu yönüyle dünyanın en uzun destanıdır.

Kırgız Türklerinin ulusal kahramanı Manas’ın etrafında örgülenen Manas Destanı’nın ilk bölümünden itibaren; Manas’ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kâfirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet’le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas’ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke’yi ziyaret ve Kâbe’yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.

Destan Nedir

Destan Nedir?
Milletleri derinden etkileyen tarihî ve sosyal olayları anlatan çoğunlukla manzum şekilde olan edebî eserlere "destan" denir.
Destanlar henüz aklın ve bilimin toplum hayatına tam anlamıyla hâkim olmadığı ilk çağlarda ortaya çıkmış sözlü edebiyat ürünleridir. Destanlar ve destansı öyküler, ilk çağlardan beri, dünyanın her yerinde, gelenekleri sonraki kuşaklara aktarmak için kolektif olarak yaratılmış edebî biçimlerdir.
Destanlar, efsanelerden sonra bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Yunanca "espos" sözcüğünden gelmektedir. Destanlar; mitoloji, efsane, folklor ve tarihî öğeleri içerir. Destanlar zaman ve mekân içinde iradesini elinde tutan "kahraman-bilge" kişiliklerin efsanevi ve gerçek hayat hikâyeleri etrafında oluşmuş uzun, didaktik (bilgi verici) hikâyelerden oluşur.
Destanlar, tarihsel olaylara bağlı olmakla beraber, tarih sayılmayan, Türk edebiyatında ozanların "kopuz denen saz eşliğinde söyledikleri, toplumun ortak hayat görüşünü yansıtan, edebî eserlerdir. Deprem, bulaşıcı hastalık, kuraklık, kıtlık, yangın gibi tabiî afetlerin; göçler, savaşlar ve istilalar gibi önemli olayların toplum vicdanında derin yankılar uyandırması, destanların oluşumunda etkili olmuştur.
Destanların Genel Özellikleri
  • Anonim olup halkın ortak belleğinin ürünüdür.
  • Belli bir ulusun özelliklerini yansıtır.
  • Genellikle manzum, yani şiir şeklindedir.
  • Günümüze nesir hâlinde ulaşmıştır.
  • Tarihî ve sosyal olaylardan doğar, beslenir.
  • Destanlarda olağan ve olağanüstü olaylar iç içedir.
  • Toplumun hafızasında iz bırakmış önemli olayları anlatır.
  • Kahramanlar olağanüstü özelliklere sahip olabilir.
  • Genellikle, yiğitlik, aşk, dostluk, ölüm ve yurt sevgisi gibi temalar işlenir.
  • Coşkulu bir söyleyişi vardır.
Destanların Oluşumu
Destanlar "doğuş, yayılma ve yazılış safhası" olmak üzere üç safhada oluşur:
Doğuş safhası: Bu safhada milletin hayatında iz bırakan önemli tarihî ve sosyal olaylar, bu olaylar içinde yüceltilmiş efsanevî kahramanlar görülür.
Yayılma safhası: Bu safhada, söz konusu olay ve kahramanlıklar, sözlü gelenek yoluyla yayılır. Böylece bölgeden bölgeye ve nesilden nesle geçer.
Derleme (yazıya geçirme) safhası: Bu safhada, sözlü gelenekte yaşayan destanı, güçlü bir şair, bir bütün hâlinde derleyip manzum olarak yazıya geçirir. Çoğu zaman bu destanların kim tarafından derlendiği ve yazıya geçirildiği belli değildir.
Destan Türleri
Destanlar "doğal (tabiî) destanlar" ve "yapma (yapay) destanlar" olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Doğal (sözlü) destanlar: Toplumun ortak malı olan ve birtakım olaylar sonucu kendiliğinden oluşan destanlardır. Doğal destanların söyleyeni belli değildir. Bu destanlar yazının henüz bulunmadığı ve yaygınlaşmadığı bir kültürde doğup kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarıldıktan sonra yazıya geçirilmiştir. Doğal destanlar, ozan ve şarkıcıların değişik zamanlarda söylediği şarkı ve şiirlerin bütünleşerek işlenmesiyle oluşturulur. Örnek: Oğuz Kağan Destanı.
b. Yapma (edebî) destanlar: Bir şairin, toplumu etkileyen herhangi bir olayı tabiî destanlara benzeterek söylemesi sonucu oluşan destanlardır. Bunlar, belirli bir yazar tarafından eski örneklere uygun olarak ve okunmak üzere kaleme alınmış destanlardır. Örnek: Üç Şehitler Destanı-Fazıl Hüsnü Dağlarca
Dünya Edebiyatında Destan
Dünya edebiyatında doğal destan olarak özellikle "Gılgamış" destanı ile "İlyada ve Odysseia' destanı öne çıkmaktadır. Bilinen en eski destan olan "Gılgamış" destanı MÖ 3000 yıllarında Mezopotamya'da ortaya çıkmıştır. Eski Yunan Tarihçisi Homeros'un aktardığı destanlar olarak bilinen "İlyada ve Odysseia"nın ise MÖ 11-12. yüzyıllarda geçtiği sanılmaktadır. Özellikle Odysseia, Yunan tragedyası ve Batı edebiyatının önemli bir kaynağıdır.
Bazı milletlerin de kendi tarihlerini anlatan önemli doğal destanları vardır. Bunlar arasında eski İngilizce halk destanı 'Beowulf"; Almanca "Nibelungenlied", "Kudrunlied"; Fransa'da "Chanson de Geste" (Kahramanlık Şarkısı), yine Frank kralı Charlemagne'ın savaşlarını anlatan "Chanson de Roland"; İspanya'da "El Cantar de Mio Cid"; Hindistan'da "Mahabharata", "Ramayana ; Japonya'da Heike Monogatari" çok ünlüdür.
Dünya edebiyatında yapma destanlara da rastlanmaktadır. Virgilius'un "Aineis" adlı destanı MÖ 29 -19. yüzyılları kapsamaktadır. Troyalı Aineis'in uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Latin ülkesine gelerek Lavinium kentini kurması anlatılmaktadır. Lavinium sonradan Alba Langa ve Roma kentlerinin yerine kurulan ilk kenttir. Milton'un "Kaybolmuş Cennet" adlı destanı insanın cennetten kovuluşu ve tanrının şeytanla mücadelesini anlatmaktadır.
Türk Edebiyatında Destan
Destan, efsaneden sonra ortaya çıkmış bir edebî türdür. Türk edebiyatı da dünyanın belki de en zengin destan kültürüne sahip edebiyatlarındadır. Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında zengin bir destan geleneği vardır. İslâmiyet'ten önceki Türk destanlarının orijinal, tam metinleri elimize geçmemiştir.
Bilinen Türk destanları arasında en eskisi "Yaratılış Destanı "dır. Bu destan, Altay Türkleri arasında söylenmiştir. Rus Türkolog Radlof tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir. İslâmiyet'ten önceki döneme ait en eski destanlar Saka Türkleri'ne aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga" ve "Şu' parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmut'un Divanü Lugati't Türk adlı eserinde yer almaktadır.
İlk Türk destanları arasında ayrıca Oğuz Kağan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Türeyiş Destanı, Göç Destanı" sayılabilir. Türklerin büyük çoğunluğu MS 9. yüzyıldan itibaren Müslüman olmaya başlamıştır. Bu dönemden sonra Türklerin inançları ile birlikte edebiyatları da değişmeye başlamıştır.

İslâmiyet’in kabulünden sonraki Türk destanları arasında "Satuk Buğra Han Destanı, Manas Destanı, Cengiz-name, Timur ve Ediğe Destanları, Seyid Battal Gazi Destanı, Danişmend Gazi Destanı, Köroğlu Destanı" sayılabilir.

Evliya Çelebi’nin Hayatı

Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı’nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi’nin ailesi Kütahya’dan gelip İstanbul’un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran’ı ezberleyerek ‘hafız’ oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa’nın aracılığıyla Sultan IV. Murad’ın hizmetine girdi.
19 Ağustos 1630 gecesi, rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’in elini öperken heyecanlanıp ‘Şefaat ya Resulallah’ diyecek yerde ‘Seyahat ya Resulallah’ diyerek kendi geleceğine farklı bir kapı aralayan garip bir gezgin, tam kırk yıl boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını adım adım dolaştı. Kimi zaman han odalarında menakıb dinledi, kimi zaman da çarşıların kalabalığına karışıp değişik kültürlerin insanlarıyla tanıştı. Zengin konaklarına misafir oldu; dağ başlarında, terkedilmiş kalelerde bir ateşin etrafına toplanmış bozkırlarla dertleşti. Liman kentlerine uğradı; yıkık surları adımlarıyla ölçtü, binbir çeşit nesneyi elleriyle tarttı.
Kervanlara katılıp hayallerin ötesine yürüdü. Çağlar öncesinin kralları, sultanları sanki onun arkadaşıydılar; öykülerini anlattılar, kıssadan hisse verdiler. O, bütün bir Osmanlı geleneğinin zamanı ve mekanı aşan hafızası idi. Asıl adı bilinmiyor; ama dünya onu Evliya Çelebi olarak tanıdı.
Evliya Çelebi üzerine çok şey yazıldı ve söylendi; fakat onun bir insan ömrü adadığı Seyahatname’si, bu güne kadar tam olarak yayımlanmadı. Çünkü o, eleştirel bilinci klasik medhiyeciliğin üstünde tuttuğu için sansüre uğradı. Sonuçta bu göz kamaştırıcı kültür hazinesi, az sayıda uzmanın yararlanabildiği 10 ciltlik bir yazma külliyatı olarak kaldı.
NERELERİ GEZDİ
Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635′te, önce İstanbul’u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645′te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645′te Yanya’nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa’nın yanında görevli bulundu. 1646′da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa’nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı’na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648′te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651′den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.
SEYAHATNAME’NİN ÖZELLİKLERİ
Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname’nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi’nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname’de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname’nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi’nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır. 1682′de Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılmaktadır.
ESERİ: Seyahatname, ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.


17 Şubat 2014 Pazartesi

Veda Hutbesi İçindeki Mesajlar

Peygamberimizin ölmeden önce yaptığı son haccında, Müslümanlara yaptığı son konuşmaya veda hutbesi denir.
Peygamberimiz yirmi yıldan fazla bir süredir sürdürdüğü İslam'ı yayma mücadelesinde önemli bir başarı elde etmiş Arabistan yarımadasının her tarafına İslam'ı yaymıştı. Yüce Allah dinini tamamlamış, insanlara iletmekistediği ayetler tamamlanmıştı. Peygamberimiz görevinin bittiğini, yakında Yüce Sevgili'ye kavuşacağını umuyordu. Bu nedenle İslam'ın evrensel değerlerini özetleyen bir hutbe verdi.
Peygamberimiz bu hutbede Allah'ın birliğine vurgda bulunarak, tekrar putperestliğe ve onun batıl uygulamalarına dönmemeleri konusunda uyardı. Herkesin Rabbinin huzuruna kavuşacağını ve yaptıklarndan dolayı hesap vereceğini bir kez daha hatırlattı.
İslam'ın en önemli özelliklerinden biri hak ve adalet konusudur. Bu nedenle Peygamberimiz insanların birbiri üzerindeki haklarını hatırlattı. Bu haklar konusunda dikkatli olmalarını istedi.
Cahiliye döneminin en büyük kötülüklerinden biri, kadınları değersiz görmeleri, kız çocuklarnı diri diri gömmeleriydi. Peygamberimiz kadınların haklarına bir kez daha dikkat çekti ve onları gözetmelerini istedi.
İslam'dan önceki dönemin bir başka kötülüğü, soy üstünlüğünü iddia etmeleri bu nedenle birbiriyle sürekli savaşmalarıydı. Peygamberimiz bütün insanların Adem'den geldiğini hatırlattı ve üstünlüğün ırk ve soyla değil, yapılan güzel iş ve davranışlarla olduğunu vurguladı.
Peygamberimiz, iki emanet bıraktığını bunlara sımsıkı sarıldıkları sürece hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını, bu iki emanetin Kur'an ve kendisinin uygulamaları olduğunu bildirdi ve en son şöyle dedi:
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Orada bulunanlar hep birlikte şöyle dediler: "Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz,vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz diye şehadet ederiz." Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz(sav) şehadet parmağını kaldırdı,sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
"Şahid ol yâ Râb! Şahid ol yâ Râb! Şahid ol yâ Râb!"
Anlatım: Dr. Ali Kuzudişli


Veda Hutbesi

Peygamber efendimizin Vedâ Haccında 124.000’den fazla Müslümana yaptıkları vâz ve nasîhatlar. Peygamberimizin Allahü teâlâ tarafından insanlara, doğru yolu göstermek için görevlendirilmelerinden sonra mübârek ağızlarından çıkan her söz, mânâ ve hakîkatler yönünden beşeriyete birer rehberdir. Bunlardan “Vedâ Hutbesi” olarak bilinen son haclarında buyurdukları hususların ise ayrı bir ehemmiyeti vardır. “Vedâ Hutbesi” değişmez prensip, kânun ve nizamlar olarak on dört asırdır, bütün insanlığa ulaşabildiği seviyenin çok üstünde bir insan hakları anlayışı getirmiştir. Peygamberimiz Vedâ Hutbesinde buyurdular ki: “Hamd, Allahü teâlâya mahsûstur. O’na hamd eder, O’ndan yarlıganmak diler ve O’na tövbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin günahlarından Allahü teâlâya sığınırız. Allahü teâlânın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur. Veda Hutbesi "Ey insanlar! " Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. "İnsanlar! bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur. "Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Oda sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur. "Ashabım! "Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin.biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır.Allah böyle hükmetmiştir.İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam)abbasın faizidir.lakin ana paranız size aittir.ne zulmediniz nede zulme uğrayınız. "Ashabım! "Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır.cahiliye devrinde güdülen kan davalarda tamamen kaldırılmıştır.Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır. "Ey insanlar! "Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir.Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir.Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız. "Ey insanlar! "Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim.Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır.Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yatakların yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir.kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. "Ey müminler! "Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir. "Müminler! "Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanıda, malıda helal olmaz.Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır. "Ey insanlar! "Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir.Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur.Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir.Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın.Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne tevbelerini nede adalet ve şehadetlerini kabul eder. "Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır.Arabın arab olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. "Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. "Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. "Dikkat ediniz!şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.Allahın haram ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz.Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emr olundum.Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir. "İnsanlar! "Yarin beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler; "Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz,diye şehadet ederiz".Bunun üzerine Resul''i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu; "Şahid ol Yarab! Şahid ol yarab! Şahid ol yarab!"

10 Şubat 2014 Pazartesi

Ömer Seyfettin Hayatı

1884 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya gelen Ömer Seyfettin, öğrenimine Gönen’de başladı. Daha sonra Ayancık’ta ve İstanbul’daki Mekteb-i Osmaniye’de devam etti. 1893 yılında Askeri Baytar Rüşdiyesi’ne geçti ve 1896 yılında bitirdikten sonra, babasının asker olmasının da etkisiyle, Kuleli Askeri İdadi’sine kayıt oldu. Bir süre sonra Edirne Askeri İdadisi’ne geçti ve eğitimini bu okulda tamamladı. 1900 yılında Edirne Askeri İdadisi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’daki Mekteb-i Harbiye’ye kayıt oldu ve buradan piyâde asteğmeni rütbesiyle mezun oldu. Teğmen rütbesiyle 1903-1909 yılları arasında İzmir’de, üsteğmen rütbesiyle de Rumeli’de görev yaptı. Askerlikten ayrılmasının ardından Selanik’e geçen Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde yazı yazmaya başladı. İlk yazısı “Yeni Lisan”, 1911 yılında Genç Kalemler dergisinde yayımlandı. Balkan Savaşının başlaması üzerine askerliğe geri döndü ve bir yıl süreyle Yunanlıların elinde esir kaldı. Esaret hayatı süresince okumaya ve yazmaya önem verdi. Bu dönemde yazdığı en önemli hikayeler olan “Mehdi” ve “Hürriyet Bayrakları” Türk Yurdu dergisinde yayımlandı. 1913 yılında esirlikten kurtuldu ve İstanbul’a döndü, kısa bir süre sonra da askerlikten yine ayrıldı. Hayatına yazarlık ve öğretmenlik yaparak devam etmeye başladı. Türkçü bir akım izleyen “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığına getirildi. 1914 yılında Kabataş Lisesinde edebiyat öğretmeni olarak başladığı görevini ölümüne kadar sürdürdü. 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti. Ömer Seyfettin, yazılarında ve öykülerinde halkın anladığı yalın bir dil kullanmıştır. Arapça ve Farsça sözcük kullanmamaya özen göstermiştir. Edebiyatta sade bir Türkçe kullanılmasını savunan en önemli yazarlardan biri olmuştur. Bu nedenle hikayeleri günümüzde bile kolayca ve anlaşılır olarak okunabilmektedir. Hikayelerinde akıcı ve ilgi çekici bir üslup vardır. Gereksiz uzatmalardan ve süslü anlatımlardan her zaman uzak durmuştur.


Eserleri:

Roman: Ashâb-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe


Öykü: Harem, Yüksek Ökçeler, Gizli Mabed, Beyaz Lale, Asilzâdeler, İlk Düşen Ak, Mahçupluk İmtihanı, Dalga, Nokta, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür İnceleme: Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset, Yarınki Turan Devleti, Türklük Mefkuresi, Türklük Ülküsü