30 Aralık 2013 Pazartesi

YER ÇEKİMİNİ KİM BULDU

Newton yer çekimini buldu. Yukarı atılan bir cisim, bir süre sonra döner ve yere düşer. Irmaklar hep yukarıdan aşağıya doğru akar. Bunun açıklamasını “yerçekimi” olarak yaparız. Bu, tüm kütleli nesnelerde, gezegenlerde ve yıldızda varolan bir kuvvettir ve ona “kütle çekimi” diyoruz.
Bu çekim, en yoğun cisimleri ve “boşluğu” eşit oranda donatır. Ondan korunmanın ya da onu etkilemenin hiçbir yolu yok. Uzaklıkla azalır; ama hiçbir şekilde kaybolmaz. Atmosferi Yerküre’nin çevresinde tutan kuvvet ya da bizim Evren boşluğuna uçup gitmemizi engelleyen kuvvet, Dünya’nın uyguladığı kütle çekimi kuvvetidir.
Bir yapma uyduyu, Dünya yörüngesine yerleştirmek için gerekli hız, saniyede 8 kilometreden (8 km/s) az değildir. Dünya’nın çekiminden kurtulmak ve onu temelli terk etmek için saniyede 11.2 kilometre hız yapmak gerekir. Güneş’in kütle çekimi daha büyüktür. Çünkü Güneş’in kütlesi, Dünya’nınkinin 400 bin katıdır. Güneş’in kütlesel çekimini aşabilmek için saniyede 16.7 kilometrelik hız gerekir.
Kuşkusuz insanoğlu çok eski zamanlarda da kütle çekimini sezmiş ve onu hesaba katmış olmalı. İlginçtir, bilinen bu eski kuvvet, çağlar boyu açıklanamamış olarak kaldı. Kütle çekimi için bilimsel bir kuram geliştiren ve bunu Evren’i kapsayacak kadar genişleten, büyük İngiliz bilimcisi Sir Isaac Newton (1642-1727) idi.
Masa üzerindeki bir kitabı inceleyelim. Kitaba herhangi bir etki olmadıkça kitap, masa üzerinde hareketsiz kalır. Şimdi, kitabı yatay doğrultuda sürtünme kuvvetini yenecek büyüklükte bir kuvvetle sağa doğru itelim. Sürtünme kuvveti kitapla masa arasında varolan bir kuvvettir.
Kitaba uygulanan kuvvet, sürtünme kuvvetine eşit ve zıt yönlü ise kitap sabit bir hızla hareket edebilecektir. Uygulanan kuvvet sürtünme kuvvetinden büyükse kitap ivmelenir. Uygulanan kuvvet ortadan kalkarsa sürtünme kuvvetinin etkisi ile kısa bir süre hareket ettikten sonra durur (negatif ivmelenme sonucu).
Şimdi, kitabın karşıdan karşıya kaygan hale getirilmiş yüzeyde itildiğini düşünelim. Kitap, yine duracak fakat önceki durumda olduğu gibi çabucak durmayacaktır. Döşemeyi, sürtünmeyi tamamen ortadan kaldıracak kadar cilalar, parlatırsanız kitap, bir defa harekete geçtikten sonra, karşı duvara çarpıncaya kadar aynı hızla hareket edecektir.
Galileo, cisimler hareket halinde iken, durmaya ve hızlanmaya direnme (eylemsizlik) tabiatına sahip olduğu sonucuna da varmıştı. Bu yeni yaklaşım daha sonra Newton tarafından formülleştirilerek, kendi adıyla anılan Newton’un “Birinci Hareket Yasası” olarak tanımış ve şöyle ifade edilmiştir: “Bir cisme bir dış kuvvet (bileşke kuvvet) etki etmedikçe, cisim durgun ise durgun kalacak, hareketli ise sabit hızla doğrusal hareketine devam edecektir.”
Daha basit bir anlatımla, bir cisme etki eden net kuvvet sıfırsa ivmesi de sıfırdır. Newton’un birinci yasası, bir cisme etki eden dış kuvvetlerin bileşkesi sıfır olduğu zaman cismin davranışındaki değişmeleri inceler. Bir cisim üzerine sıfırdan farklı bir bileşke kuvvet etki ettiği zaman neler olur? Bu sorunun yanıtını Newton’un ikinci yasası verir.

Çok düzgün, cilalı, parlatılmış yatay bir yüzey üzerinde, sürtünme kuvvetini önemsemeyerek bir buz kalıbını ittiğinizi düşünün. Buz kalıbı üzerinde yatay bir F kuvveti uygularsanız, kalıp “a” ivmesi ile hareket edecektir. Kuvveti iki katına çıkarırsanız ivme de iki katına çıkacaktır. Bu tür gözlemlerden bir cismin ivmesinin, ona etkiyen bileşke kuvvet ile doğru orantılı olduğu sonucuna varırız.

Hacı Bektaş Veli Hakkında Bilgi


Büyük Türk düşünürü ve ozanı, gönül adamı Hacı Bektaş Veli, XIII. yüzyılda yaşamış ulu bir Türk-İslam mutasavvıfıdır. Yaşamı hakkında geniş ve ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Doğum ve ölüm tarihlerinde belirsizlik vardır. Kaynakların çoğunda ünlü düşünürün miladi 1209 yılında Horasan’ın Nişabur kentinde dünyaya geldiği, babası Seyyit İbrahim Sani, annesi Hatem Hatun, asıl adının da Mehmet olduğu belirtilmektedir. Bugün Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş ilçesinde (Sulucakarahöyük) M. 1271 yılında hakka yürümüştür. Türbesi ve etrafındaki tamamlayıcı hizmet binalarıyla birlikte kulliyesi müze haline getirilmiştir. Hünkar’ın adına, anısına düzenlenen Hacı Bektaş Veli Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak 16 Ağustos l964 tarihinde, Hacıbektaş ilçesinde hizmete açılmıştır.
Çocukluğu ve gençliği Horasan’da geçen, akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli örnek ve dürüst bir kişiliğe sahiptir. İlk eğitim ve öğreniminde Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağında, öğretmeni Lokman Perende’den temel dersler almış, ayrıca burada felsefe, matematik, edebiyat, sosyal bilimler ve fen bilimlerini öğrenmiştir. Çok sayıda bilim adamının yetiştiği Horasan’da engin bir bilgi birikimine, geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Küçük yaşlardan başlayarak kendini etrafına kabul ettirerek Horasan erenleri arasında ululuğu öne çıkmıştır.
Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi ocağından kendisine verilmek için özel olarak bekletilen emanetleri teslim alarak, önce İran, Irak, Arabistan ve Suriye’yi gezmiş buralarda gerekli araştırma ve incelemelerini yaparak hacı olmuş, Anadolu’ya bir Yesevi mensubu (derviş) olarak gelmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin üzerinde kara bulutların dolaştığı, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeninin bozulmaya yüz tuttuğu, taht kavgalarının başladığı, bölünmelerin ve parçalanmaların meydana geldiği bir döneme rastlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve Anadolu Türklerinin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, Orta Asya’da bulunan Türk Uluslarını büyük bir kedere boğmuştur. Anadolu’da cereyan eden bu var olma savaşına bir çözüm yolu bulmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. İşte Hacı Bektaş Veli bu amaçla Anadolu’ya gönderilmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Hacı Bektaş Veli 300 Horasan eri ile Anadolu’ya gelmiştir. Bazı kaynaklar da bu topluluk hakkında 40 – 1000 arası çeşitli rakamlar belirtilmektedir. Burada önemli olan rakamlardan çok Pir Hazretlerinin idealistlerden oluşan bir topluluğun başında Anadolu’ya gelmesi, bunların yardımı ile adeta manevi bir fütühata girişmiş olmasıdır.
Hacı Bektaş Veli Antep ve Maraş üzerinden Sivas’a uğramıştır. Amasya’yı dolaşarak, Kayseri ve Kırşehir’de bir süre kaldıktan sonra yoluna devam etmiştir. Sulucakarahöyük’e M. 1238 – 1248 yılları arasında gelmiş olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Adını verdiği bugünki Hacıbektaş ilçesine yerleşerek faaliyetlerine burada başlamıştır. Çalışma ortamını oluşturmuş ve Anadolu kültürünü, Anadolu insanının gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir kültür ve eğitim merkezini kurmuştur. Burada düşüncesini ve felsefesini geliştirmiştir. Ayrıca Anadolu’yu dolaşarak çevresini tanımıştır. Araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve gittiği her yeri aydınlatmaya ve fikirlerini anlatmaya çalışmıştır. Anadolu’ya adeta bir güneş gibi doğmuştur. Sulucakarahöyük’te de hareketlenmeler başlamış ve çehresi değişmiştir. Bulunduğu bu yerde bir çekim merkezi oluşturmuştur. Görüş, düşünce ve felsefesi bütün bu merkezden Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Bu görüş ve düşüncesi Anadolu genelinde Hacı Bektaş Felsefesi ve Tasavvufu, Bektaşi Tarikatı olarak adlandırılmıştır. Bu eğitim ve öğreti merkezinden yetişen öğrenciler(Dervişler) Anadolu’nun dört bir yanına dağılmışlardır. Balkanlar’a, Arnavutluk’a Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Girit’e vb. ülkelere gidip oralarda Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve felsefesini anlatmışlardır. XIII.yy. da Balkanlar’da ağır baskılardan yılan halkın önemli bir kısmının İslamiyeti kabul etmesinde temel rol oynamışlardır. Fetihlerin kazanılmasında da kolaylaştırıcı unsur olmuşlardır.
Yeni ordunun kuruluşunda, temsili bir grup asker, Hacıbektaş’a gelerek Hacı Bektaş Veli tarafından burada kılıç kuşatılıp taç giydirilip dualanmıştır. Ayrıca sancak teslim edilmiş ve bu orduya “Yeni Çeri” adı verilmiştir. Bu yüzden Hacı Bektaş Veli’yi Pir olarak tanıyan Yeniçeriler, Bektaşi tarikatını benimseyerek nice fetihlere katılmışlardır.

Hacı Bektaş Veli; Baba İlyas, Mevlâna, Ahi Evren ve Yunus Emre gibi Türk düşünce hayatını zamanımıza kadar etkileyen çağdaşları ile birlikte aynı devirde yaşamışlardır.

Atatürk Kronolojisi

1881: Selanik'te doğdu.
1893: Askeri Rüştiye'ye girdi ve Kemal adını aldı.
1895: Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdi, Manastır Askeri İdadisi'ne girdi.
1899 Mart 13: İstanbul Harp Okulu Piyade sınıfına girdi.
1902: Harp Akademisi'ne girdi ve burada gazete çıkardı.
1905 Ocak 11: Harp Akademisi'ni Yüzbaşı olarak bitirdi, Şam'a 5. Ordu'nun 30. Süvari Alayı'nda staj yapmak için atandı.
1906 Ekim: Şam'da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu. Şam'da topçu stajını yaptı ve Kolağası oldu
1908 Temmuz 23: Meşrutiyet'in ilan edilmesi için çalışmaları.
1909 Mart 31: 31 Mart ihtilalinde Hareket Ordusu Kurmay Subayı olarak çalıştı.
1911 Eylül 13: Mustafa Kemal, İstanbul'a Genelkurmay'a naklen atandı.
1911 Kasım 27: Mustafa Kemal, Binbaşılığa yükseldi.
1912 Ocak 9: Mustafa Kemal, Trablusgarp'ta Tobruk saldırısını yönetti.
1913 Ekim 27: Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliterliği'ne atandı.
1914 Mart 1: Mustafa Kemal, Yarbaylığa yükseltildi.
1915 Şubat 2: Mustafa Kemal, Tekirdağı'nda 19. Tümeni kurdu.
1915 Şubat 25: Mustafa Kemal'in Maydos'a gidişi.
1915 Nisan 25: Mustafa Kemal, Arıburnu'nda İtilaf Devletleri'ne karşı koydu.
1915 Haziran 1: Mustafa Kemal'in Albaylığa yükselişi.
1915 Ağustos 9: Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı'na atandı.
1915 Ağustos 10: Mustafa Kemal, Anafartalar'dan düşmanı geri attı.
1916 Nisan 1: Mustafa Kemal'in Tuğgeneralliğe yükselişi.
1916 Ağustos 6: Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u düşman elinden kurtardı.
1917 Eylül 20: Mustafa Kemal, memleketin ve ordunun durumunu açıklayan raporunu yazdı.
1917 Ekim: Mustafa Kemal, İstanbul'a döndü.
1918 Ekim 26: Mustafa Kemal, Halep'in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde düşman saldırılarını durdurdu.
1918 Ekim 30: Mondros Mütarekesi'nin imzalanması.
1918 Ekim 31: Mustafa Kemal'in Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'na atanması.
1918 Kasım 13: Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'nın kaldırılması ve Mustafa Kemal'in İstanbul'a dönüşü.
1919 Nisan 30: Mustafa Kemal'in Erzurum'da bulunan 9. Ordu Müfettişliği'ne atanması.
1919 Mayıs 15: İzmir'e Yunan'lıların asker çıkarması.
1919 Mayıs 16: Mustafa Kemal, Bandırma vapuruyla İstanbul'dan ayrıldı.
1919 Mayıs 19: Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı.
1919 Haziran 15: Mustafa Kemal, 3. Ordu Müfettişi ünvanını aldı.
1919 Haziran 21: Mustafa Kemal, Ulusal Güçleri Sivas Kongresi'ne çağırdı.
1919 Temmuz 8 / 9: Mustafa Kemal, askerlikten çekildi. (Saat: 20:50)
1919 Temmuz 23: Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Erzurum Kongresi'nin toplanması ve bir Temsil Kurulu seçerek dağılması. (7 Ağustos 1919)
1919 Eylül 4: Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Sivas Kongresi'nin toplanması ve 11 Eylül'de sona ermesi.
1919 Eylül 11: Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Heyet Temsiliyesi Başkanlığı'na saçildi.
1919 Ekim 22: Amasya Protokolü'nün imzalanması.
1919 Kasım 7: Mustafa Kemal, Erzurum'dan milletvekili seçildi.
1919 Aralık 27: Mustafa Kemal, Heyeti Temsiliye'yle birlikte Ankara'ya geldi.
1920 Mart 20: İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından ele geçirilmesi, Mustafa Kemal'in protestosu, Ankara'da yeni bir Millet Meclisi toplama girişimi.
1920 Mart 18: İstanbul'da Meclis-i Mebusan'ın son toplantısı.
1920 Mart 19: Mustafa Kemal tarafından Ankara'da üstün yetkiyi taşıyan bir Millet Meclisi toplanması hakkında illere duyuruda bulunulması.
1920 Nisan 23: Mustafa Kemal, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı.
1920 Nisan 24: Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi Başkanı seçildi.
1920 Mayıs 5: Mustafa Kemal'in başkanlığında ilk Hükümet'in toplantısı.
1920 Mayıs 11: Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti tarafından ölüm cezasına çarptırıldı.
1920 Mayıs 24: Mustafa Kemal'in cezası Padişah tarafından onaylandı.
1920 Ağustos 10: Osmanlı İmparatorluğu delegeleriyle İtilaf Devletleri arasında Sevr Antlaşması'nın imzalanması.
1920 Ocak 9 / 10: Birinci İnönü Savaşı.
1921 Ocak 20: İlk Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun esas maddelerinin kabulü.
1921 Mart 30 / Nisan 1: İkinci İnönü Savaşı.
1921 Mayıs 10: Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi'nde Anadola ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu'nun kurulması ve Mustafa Kemal'in Grup Başkanlığı'na seçilmesi.
1921 Ağustos 5: Mustafa Kemal'e Başkumandanlık görevinin verilmesi.
1921 Ağustus 22: Mustafa Kemal'in yönetiminde Sakarya Meydan Savaşı'nın başlaması.
1921 Eylül 13: Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılması.
1921 Eylül 19: Mustafa Kemal'e Mareşallik rütbesinin verilmesi ve Mustafa Kemal'in Gazi ünvanını alması.
1922 Ağustos 26: Gazi Mustafa Kemal'in Kocatepe'den Büyük Taarruz'u yönetmesi.
1922 Ağustos 30: Gazi Mustafa Kemal'in Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Savaşı'nı kazanması.
1922 Eylül 1: Gazi Mustafa Kemal'in: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, İleri !" emrini vermesi.
1922 Eylül 9: Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesi.
1922 Eylül 10: Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'e gelişi.
1922 Ekim 11: Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması.
1922 Kasım 1: Gazi Mustafa Kemal'in önerisi üzerine saltanatın kaldırılması.
1922 Kasım 17: Vahdettin'in bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan kaçması.
1923 Ocak 29: Gazi Mustafa Kemal'in Latife Hanım'la evlenmesi.
1923 Temmuz 24: Lozan Antlaşması'nın imzalanması.
1923 Ağustos 9: Gazi Mustafa Kemal'in Halk Fırkası'nı kurması.
1923 Ağustos 11: Gazi Mustafa Kemal'in 2. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesi.
1923 Ekim 29: Cumhuriyet'in ilan edilmesi.
1923 Ekim 29: Gazi Mustafa Kemal'in ilk Cumhurbaşkanı olması.
1924 Mart 1: Gazi Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi'nde Halifeliği kaldırması ve öğretimin birleştirilmesi hakkında açış nutkunu söylemesi.
1924 Mart 3: Hilafetin kaldırılması, öğrenimin birleştirilmesi, Şer'iyeve Evkaf Vekaletiyle (Bakanlığıyla), Erkanıharbiyei Umumiye Vekaletinin kaldırılması hakkındaki yasaların Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmesi.
1924 Nisan 20: Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun kabul edilmesi.
1925 Şubat 17: Aşarın kaldırılması.
1925 Ağustos 24: Gazi Mustafa Kemal'in ilk defa Kastamonu'da şapka giymesi.
1925 Kasım 25: Şapka Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi.
1925 Kasım 30: Tekkelerin kapatılması hakkındaki kanunun kabulü.
1925 Aralık 26: Uluslararası takvim ve saatin kabulü.
1926 Şubat 17: Türk Medeni Kanunu'nun kabulü.
1927 Temmuz 1: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı sıfatı ile ilk kez İstanbul'a gitmesi.
1927 Ekim 15 / 20: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet Halk Partisi 2. Kurultayı'nda tarihi Büyük Nutku'nu söylemesi.
1927 Kasım 1: Gazi Mustafa Kemal'in 2. Kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
1928 Ağustos 9: Gazi Mustafa Kemal'in Sarayburnu'nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söylemesi.
1928 Kasım 3: Türk Harfleri Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi.
1931 Nisan 15: Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması.
1931 Mayıs 4: Gazi Mustafa Kemal'in 3.kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
1932 Temmuz 12: Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu'nun kurulması.
1933 Ekim 29: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde tarihi nutkunu söylemesi.
1934 Kasım 24: Gazi Mustafa Kemal'e Büyük Millet Meclisi tarafından ATATÜRK soyadının verilmesi kanununun kabul edilmesi.
1935 Mart 1: Atatürk'ün 4. kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
1937 Mayıs 1: Atatürk'ün çiftliklerini Hazine'ye ve taşınamaz mallarını da Ankara Belediyesi'ne bağışlaması.
1938 Mart 31: Atatürk'ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nin ilk resmi duyurusu.
1938 Eylül 15: Atatürk'ün vasiyetnamesini yazması.
1938 Ekim 16: Atatürk'ün hastalık durumu hakkında günlük resmi duyuruların yayınına başlanması.
1938 Kasım 10: Atatürk'ün ölümü. (Perşembe, saat: 09.05)
1938 Kasım 11: İstanbul Şehir Meclisi'nin olağanüstü toplantı yapması. Saraydaki Cumhurbaşkanlığı forsunun indirilerek yerine yarıya kadar indirilmiş Türk Bayrağı'nın çekilmesi.
1938 Kasım 12: Atatürk'ün ölümü dolayısıyla, Yüksek Öğretim gençliğinin Üniversite Konferans Salonu'nda toplanması.
1938 Kasım 13: Gençliğin Taksim Cumhuriyet Anıtı önünde toplanarak Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i koruyacaklarına ant içmeleri.
1938 Kasım 14: Büyük Millet Meclisi çok hazin bir toplantı yaptı.
1938 Kasım 15: Hükümet Atatürk'ün Ankara'da ebedi istirahat yerine konulacağı 21 Kasım 1938 tarihini ulusal yas günü olarak duyurdu.
1938 Kasım 16: İstanbul'lular Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu'ndaki katafalkı önünde sabahın ilk saatlerinden gecenin son saatlerine kadar saygı ve üzüntü içinde son görevlerini yaptılar.
1938 Kasım 19: Büyük bir törenle, Atatürk'ün Dolmabahçe'den alınan yüce cenazesi, önce Sarayburnu'na, oradan Zafer torpidosuyla Yavuz zırhlısına götürüldü.Yavuz zırhlısıyla İzmit'e kadar götürülen tabut, oradan Ankara'ya yolcu edildi.
1938 Kasım 20: Atatürk'ün sevgilinaşı Ankara'ya ulaştı ve Ankara'da Büyük Millet Meclisi önündeki katafalka konuldu. Ankara'lılar da son görevlerini saygıyla yaptılar.
1938 Kasım 21: Atatürk'ün cenazesinin Etnoğrafya Müzesi'ndeki Geçici Kabre konulması.
1938 Kasım 25: Atatürk'ün vasiyetnamesinin açılması.
1938 Aralık 26: Atatürk'ün "Ebedi Şef" sanıyla anılmasının kabul edilmesi.
1953 Kasım 4: Atatürk'ün Geçici Kabri'nin açılması.
1953 Kasım 10: Atatürk'ün cenazesinin Anıt-Kabir'e nakledilmesi.


Farklı Canlıların İşitebildiği Ses Düzeyleri

Farklı canlıların işitebildiği ses düzeyleri nelerdir köpek yarasa yunus sivrisinek vb. hayvanların işitebildiği ses düzeyleri

Çeşitli canlılarda "genel" olarak tanımlanan algılanabilir ses aralıkları, gruplara göre değişiklik göstermekle birlikte, şu şekilde:

İnsan: 20 Hz – 20 kHz
Kedi: 100 Hz – 60 kHz
Fare: 1 – 100 kHz
Köpek: 50 kHz’e kadar
Fil: 1 Hz – 20 kHz
Yılanlar: Dış kulakları olmadığı için ses dalgalarını alamazlar.
Kuş: 100-29.000 Hz
Balık: 200-800 Hz
Gece kelebekleri (güveler): 1- 240 kHz
Çekirge: 50 kHz’e kadar
Böceklerde, ses çıkarmayan çoğu türün işitme duyusu bulunmamakta.

24 Aralık 2013 Salı

Dolu nasıl oluşur?

Ülkemizde yılın belirli zamanlarında görülen ve yıkım etkisi en yüksek doğa olaylarından biri olduğu için geride derin etkiler bırakan dolu, yağmur damlacıklarının farklı olaylar sonucunda donarak yeryüzüne düşmesidir. Ülkemizde çok sık görülmeyen dolu olayları dünyada en çok Kuzey Amerika’da ve bilhassa Meksika’da yaşanmaktadır. Dolu olayı kule tipi olarak adlandırılan bulutlardaki hava akımlarının neticesinde gerçekleşen bir doğa olayıdır. Hava akımına tutulan bulut damlacıkları 0ºC ile -40ºC arasındaki sıcaklıklarda donarak tabakalar haline gelir ki, bu erime ve donma olayları da iri tanecikler halindeki doluların oluşmasına neden olur. Farklı büyüklüklerde oluşabilen dolu taneleri, yerküreye düşerken serbest düşüşün etkisiyle kazandığı enerji nedeniyle gerçek anlamda büyük zararlar oluşmasını sağlayabilmektedir. Yerçekimi doğrultusunda olan yani düşey hava akımının sürekli yenilenen bir döngü haline gelmesi ile birlikte yağmur damlacıkları da donar ve hacim kazanarak havada tutunamayacak bir kütleye sahip olur. Bu aşamadan sonrası yerçekimi kuvveti halleder ve dolu taneciklerinin yeryüzüne doğru serbest düşüşe geçmesine neden olur. Bu serbest düşüş esnasında dolu tanecikleri bulut içindeki sıcaklık ile atmosferdeki sıcaklık farkından büyük oranda etkilenmez ve yapısını muhafaza ederek yerküreye düşmeye devam eder. Ancak bu aşamada unutulmamalıdır ki, bulutların içinden geçen kar kristalleri dolu haricinde farklı oluşumlar da gösterebilir. Yağmura ya da doğrudan kar yağışına dönüşebilen kar kristalleri, dolu haline dönüşerek ağırlaşarak yerçekiminin etkisiyle dolu yağışına dönüşebilir. Hava akımının çok şiddetli olduğu fırtınalar yağmur damlacıklarının donarak doluya dönüşmesine de sebep olabilir. Bu esnada fırtınanın içinde son derece karmaşık bir hava akımı bulunduğundan donan yağmur damlacıkları doğrudan yere doğru serbest düşüşe geçmek yerine aşağı ve yukarı hareketlenebilir. Şiddetli hava akımlarının bu etkisi oluşumunun ilk safhasında olan ve nispeten daha az kütleye sahip olan donuş yağmur damlacıklarının yerçekimine karşı koymasına ve havada daha uzun süre kalarak daha da büyük buz parçaları haline gelmesini sağlar. Fırtınanın donan yağmur damlacıklarını tekrar yukarı hareket ettirmesi dolu taneciklerinin daha da fazla kütle kazanmasını ve sonuç olarak dolu yağışında daha da iri tanecikler gözlemlenmesine neden olur. Çok şiddetli fırtınaların kuvvetli hava akımları dahi olsa sürekli büyüyen ve büyüdükçe de kütle kazanan dolu parçaları belirli bir aşamadan sonra havada daha fazla tutunamaz hale gelir. Sonuç olarak fizik kanunları gereğinde her zaman “kütle çekimin” kazandığı düşünülürse, dolu tanecikleri de eninde sonunda kütleleri sebebiyle yeryüzüne düşmek zorundadır. Dolu taneciklerinin havada geçirdiği süre büyük oranda yere düştüklerinde sahip oldukları büyüklüğü etkilemektedir. Günümüze dek kaydedilmiş en büyük dolu tanesi yaklaşık olarak 1 kg. ağırlığında olmakla birlikte Bangladeş’te yaşanan bir dolu yağışı sonrası gözlemlenmiştir. Bangladeş’te yaşanan bu muazzam derecede şiddetli doğal afette 90′nın üzerinde insan yaşamını yitirmiştir.

İBN-İ SİNÂ KİMDİR ?

Tam adı,  Ebu Ali el Hüseyin İbn’i Abdullah İbn’i Sina el Belh’i'dir.Batı’da  Avicenna olarak bilinir.İbn’i Sina, Buhara yakınlarındaki Afsan’da 980 yılında doğdu. Zeki ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Küçük yaşlarda Kur’an öğrendi.Dönemin alim ve bilginleri ile sık sık görüştü ,onlardan dersler alarak Mantık, felsefe, tıp ilimlerinde kısa sürede söz sahibi oldu.20 yaşlarında Harezm’e giderek Şahın sarayına yerleşti ve orada döneminin ünlü alimleri ile beraber hocalık yaptı, dersler verdi.ilmi toplantı ve deney gruplarında yer aldı.Sarayda tabiplik yaparak, saray mensuplarının tedavilerini sağladı.Bu hizmetlerinden dolayı Vezirlik makamı verildi. Bir müddet sonra bazı yazılarından dolayı, görevden alınarak hapse atıldı.Hayatının son yıllarını seyahatlarla geçirdi. 1037 yılında Hemedan’da öldü.

- Kanın gıdayı taşıyan bir sıvı olduğunu’nu
İbn’i Sina; Edebiyat, Felsefe, Mantık, matematik, Fizik, Kimya,Astronomi, Arkeoloji ilimlerinde devrinin en önemli çalışmalarını yapan alimdir ama esas ve en büyük uzmanlık alanı tıptır. Tıpta, onun dönemine kadar hiç bilinmeyen:
  • - Şeker hastalığında idrardaki şekerin varlığını
  • - Kızıl hastalığını
  • - Birçok hastalığa gözle görünmeyen mikropların sebep olduğunu, ilk defa mikrobun varlığını
  • - Suyun filtre ile mikroplardan temizlenmesi gerektiğini
  • - O zamana kadar bilinmeyen kemiklerin ve sert dokuların da iltihaplanabileceğini
  • - Şarbon hastalığını
  • - Genetik yolla hastalıkların geçebileceğini
  • - Karaciğer hastalıkları ve Sarılık(Hepatit)’ıkeşfetti.
  • Ameliyatlarda ilk defa uyuşturucu ilaçlar kullandı.
İbn’i Sina’nın eserleri, Avrupa dillerine çevrilerek, ünüversitelerde zorunlu ders olarak okutuldu.
Başlıca Eserleri:
  • - El-Kânun fit-Tıb
  • - Kibü’ş-Şifa
  • - Kitabün Necat
  • - El işaret Vet-Tenbihat
  • - Hikmet-i Aruzi
  • - Hikmei Meşrikiyye
  • - Esbabu Hudus-il Huruf
  • - Lasan-ül Arab
  • - En-Nebat vel-Hayevan
  • - Ed-Dustur-ut Tıbbi
  • - El-Hutub
  • - Hikmet-i Meşrikiyye

12 Aralık 2013 Perşembe

Atatürk'ün Sanata ve Sanatçıya Verdiği Önem


Atatürk, sanatı seven, sanatçılara değer veren ve onları destekleyen bir devlet adamıdır. Çocukluğundan itibaren sanata ilgi duymuş ve sanatın bazı dallarıyla çok yakından ilgilenmiştir. Gençliğinde şiir ve edebiyata yakınlık duymuş, Namık Kemal'in şiirlerini okumuş ve ondan etkilenmiştir.Atatürk'ün kaleme aldığı ve 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde okuduğu "Nutuk" adlı eseri,Atatürk'ün en büyük edebî eseridir. Yazmış olduğu "Oğuz Oğulları" adlı şiir de Atatürk'ün şiir konusundaki yeteneğini sergileyen ve her Türk'ün okuması gereken bir eserdir.Atatürk, şiir ve edebiyat dışında müziğe de büyük bir ilgi duymuştur. Şarkı ve türküleri dinlemekten büyük bir zevk alan Atatürk, zaman zaman okunan şarkılara eşlik etmiş, oynanan halk oyunlarına katılmıştır. Bazı Rumeli türküleri, onun sesinden notalara dökülmüş ve müzik repertuarımızda yer almıştır.

Atatürk, askerî ataşe olarak Sofya'da görevli bulunduğu dönemde çok sesli müziğe ilgi duymaya başlamıştır. Klâsik müzik konserlerine ve operalara giderek bu müzik türlerini tanıma fırsatı bulmuştur. Cumhuriyetin ilânından sonra, ülkemizde bu müzik türlerinin sevilmesini ve müzik kültürümüzde yer almasını sağlamak amacıyla yapılan çalışmalara önderlik etmiştir. Ülkemizde müzik sanatının gelişmesi için bütün olanaktan kullanmıştır.Atatürk'ün zamanında yapılmış bazı binaların güzelliği, ülkemizdeki çağdaşlaşma hareketini ifade edebilecek nitelik taşımaktadır. Ayrıca mimarî eserlerin korunmasına verdiği önem de Atatürk'ün mimarîye olan ilgisinin önemli kanıtlarındandır.

Atatürk'ün, tiyatro, bale, edebiyat, heykeltıraşlık, mimarî, resim, müzik gibi sanat dallarıyla ve sanatçılarla ilgilenmesi, onları desteklemesi Atatürk'ün sanatla çok yakın bir ilişki içinde olduğunun göstergesidir.Atatürk,sanatla ilgili düşüncelerini,Türkiye Büyük Millet Meclisindeki konuşmalarında, Çankaya Köşkünde sanatçılarla yaptığı sohbet ve tartışmalarda belirtmiştir. Atatürk'ün bu konuşma ve tartışmalarda dile getirdiği sanatla ilgili düşünceleri, Türk halkına ileti niteliği de taşımaktadır.Atatürk, sanatın tanımını şu sözlerle açıklamıştır: "Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu anlatım sözle olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur."

Sanatın, bir toplumun ilerlemesindeki öneminin ve vazgeçilmezliğinin bilincinde olan Atatürk, bu düşüncesini şu sözlerle ifade ediliştir: "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir," "Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur," "Dünyada medenî, ileri ve gelişmiş olmak isteyen herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir." Atatürk'ün bu sözleri, sanalla ilgili temel düşüncelerini ifade etmesi bakımından önemlidir.Atatürk'ün sanatçılarla ilgili düşüncelerini ifade ettiği sözleri ise şunlardır: "Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve uğraşlardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır." "Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız."

Büyük bir sanatsever olan Atatürk'ün gönlünde, müziğin ayrı bir yeri vardı. Bu nedenle millî kültürümüzde önemli bir yer tutan güzel sanatlar içinde müziğe ayrı bir önem vermiştir. Müziğin önemiyle ilgili düşüncelerini, şu sözleriyle ifade etmiştir: "Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar, insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten mevcut değildir: Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir."Yapılacak inkılâpların başarıya ulaşmasına, müzik alanındaki gelişmeleri ölçü gösteren Atatürk, bu konudaki düşüncelerini şu sözleriyle ifade etmiştir:"Osmanlı müziği, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki büyük devrimleri söyleyecek güçte değildir. Bize yeni müzik gereklidir. Bu müzik, özünü halk müziğinden alan çok sesli bir müzik olacaktır." "Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir."

Atatürk'ü konu alan aşağıdaki marşı öğrenelim. Marşı, sesimizle ve çalgımızla seslendirelim.Atatürk, müziğin önemle ve öncelikle, modern müzik (çok seslilik) kuralları içinde ele alınmasını istemiştir. Bu konuyla ilgili düşüncelerini şu sözleriyle ifade etmiştir: "Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türkmusikisidir."Atatürk, Türk müziğinin evrensel müzikteki yerini bir an önce alması amacıyla yapılan çalışmalara önderlik etmiştir. Müzik eğitimi görmeleri için çok sayıda öğrenciyi Avrupa'ya göndermiştir. Ankara'da Musiki Muallim Mektebi ile İstanbul'da Sanayi-i Nefise mekteplerinin açılmasını sağlamıştır. Bu konudaki düşüncelerini de şu sözleriyle ifade etmiştir: "Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu sayede Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir."


10 Kasım 2013 Pazar

Logo ve Amblem Nedir?

AMBLEM

Amblem, çizgi ve resimle yapılan işaretlerdir ya da daha geniş tanımıyla "Ürün ya da hizmet üreten kuruluşlara kimlik kazandıran, sözcük özelliği göstermeyen; soyut ya da nesnel görüntülerle ya da harflerle oluşturulan simgelerdir". 

Amblem Çeşitleri

Harflerden Oluşan Amblemler : 

Eğer tek harften oluşan bir amblem söz konusuysa o zaman o harfin farklı olması kaçınılmazdır. Amaç farklılık olduğunda tasarımcı yeni bir harf formu arayacaktır. Birden fazla harften oluşan amblemlerde ise en önemli özellik dengeli kullanımları ve yine farklı olmalarıdır. 

Biçimleriyle Firma Hakkında Bilgi Veren Amblemler: 

Bu tür amblemlerde sembollerden yararlanılır. Kimi sembollerin yüklendiği anlamlar vardır. Bu anlamlar çoğu sektör tarafından kendilerine mal edilmiştir. Dolayısıyle bir firmaya ait amblem tasarımı yapılırken firmanın ait olduğu sektöre özgü sembollerden yararlanılır. Örneğin Baykuş akıl, bilim bilgelik demektir ve eğitim kurumlarınca kullanılır. Bir de firmaların isimlerinden yola çıkılarak sembolik amblemler tasarlanır ki buna da örnek vermek istersek Pelikan markasının ambleminin Pelikan kuşu olmasını söyleyebiliriz. 

Harf ve Resimsel Biçimlerin Bir Arada Kullanıldığı Amblemler:

Formlarını harflerden alan ve firma hakkında imaj veren biçimlerden oluşan amblemlerin kombinasyonlarıdır. Bu tür amblemler, firma hakkında bir imaj verirken firma adının baş harfi ile de diğer firmalardan ayrılmasını kolaylaştırır ve akılda kalma yüzdesini artırır. 


LOGO (LOGOTYPE)

Logo, bir ürünün, firmanın ya da hizmetin isminin, harf ve resimsel öğeler kullanılarak sembolleştirilmesidir. Amblemden farklı olarak ayırt edici özellikler yanında firmanın ismini de yansıtır. Logo yaratmak için kullanılan fontlar yeni tasarlandığı gibi mevcut fontlarda olabilirler. Logo yaratmak için belli başlı bazı kurallar işin uzmanları tarafından şöyle sıralanırlar.

Sade, kolay anlaşılır, hatırlanması kolay, mümkün olduğunca az sayıda renkten oluşmalıdır. Her çeşit baskı ve kesim tekniği ile sorunsuz kullanılabilir olmalı, çok küçük ölçülerde ayrıntılar kaybolmamalı, çok büyük ölçülerde dağınık görünmemelidir. Her türlü ölçüde ve yüzeyde okunabilir olmalıdır. 
Özgün olmalıdır. Başka firma ya da ürünlere ait logolar ile karışıklığa sebep vermemeli, hatta çağrıştırmamalıdır. Kopyalanan ya da esinlenen logolar o ürün ya da firmaya büyük zarar verir. 

Logo tasarımcıyı değil ürün ya da firmayı yansıtmalıdır. IBM logosunun tasarımcısı Paul Rand’e göre logoyu üreten tasarımcıdır ancak oluşturan firmanın kendisidir. İlgili kuruluşun ya da ürünün özelliklerini yansıtmalıdır. Seçilen ya da tasarlanan font şirketin içeriğine uygun olmalıdır. Ayrıca kurumun kendisini nasıl tanımladığı ve kurumu yansıtan kavramların neler olduğunu bilmek logonun tasarım aşamasında önemli unsurlardır. 
Logo sadeliğinin yanısıra gerek rengi gerek şekli itibariyle farklı koşullarda görüldüğü zaman bile akılda kalıcı olmalıdır. Farklı bir ülkeye ait ürün ya da firma için logo tasarlanacağı zaman o ülkenin renklere yüklediği anlamlar ve kültürleri hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Özellikle bir simge kullanılacağı zaman simgenin taşıyacağı anlam bakımında bu bilgi çok önemlidir.


Logotype çeşitleri;

Logolar yukarıda da söylendiği gibi bilinen bir fontun kullanımıyla ya da deformasyonuyla oluşturulabileceği gibi yeni bir font tasarımıyla da oluşturulabilir. Bilinen yeni typografik logo tipleri ise örnekleriyle birlikte aşağıdaki gibidir.

San Serif Sitili Logolar:

Bu sitilde hazırlanan logolarda amaç basit ama güçlü bir ifade sağlamaktır. Derli toplu, zarif, keskin hatlı ve güç dolu bir görünüşleri vardır. Bu sitil logolar genelde modern tasarımcıyı yansıtır.

Tek Karakterden Oluşan Logolar:

Çoğu yerde logonun tanımı yapılırken en az iki karakter olmasından bahsedilir ama işin aslı tek karakterden de logo olabileceğidir. Tek tipografik karakterden oluşan logolar güçlü, modern karaktere sahip fikirler ve işaretleri temsil eder. Dünya da çok güzel örneklerini bulmak mümkün.

Çok Karakterden Oluşan Logolar:

Birden fazla tipografik karakterden oluşan bu logoların en sık kullanım şekli 2 karakterden oluşanıdır. Çok klasik bir kullanım şekli olmasına rağmen bazen basit ya da son derece karışık sonuçlara ulaşmak mümkün olabiliyor.

Kombinasyon Tipi Logolar:

Kombinasyon tipi logolar genelde iki ya da daha fazla farklı etkileşimli logo tipinin kullanılmasından oluşurlar. Harflerin parçaları, gölgeler, deforme edilmiş karakterler, el çizimlerinin bilgisayarda bir araya getirilip manipule edilmesinden oluşurlar. Ortaya çıkan logolar genelde enerji doludurlar.

Geleneksel Olmayan Logolar:

Bu tip logolar genelde bildik karakterlerden yararlanarak alışılmışın dışında logolardır. Büyük harf kullanımı, tekrardan kaçınma yeni güçlü bir tarzı oluşturur. Sanki eski tarz ile yeni tarzın bütünü gibidir. ya da başka bir deyişle geçmişi kullarak geleceği tasarlamak da denileb

Yeni Tipografik Formlar:

Bilgisayarların logo tasarımında kullanılması ve yeni fontların da hızla gelişiminden sonra tasarımcılara birçok imkan sağlanmış oldu. Yaratmak, bozmak, bükmek, deforme etmek, eğmek gibi sonsuz seçenek tasarımcıların elinde olunca ortaya da mevcut fontların üzerinde oynanarak elde edilen yeni logo formları çıktı

Kaligrafik Logolar:

El yazısı, el çizimi ve süslü çizgiler kullanarak yaratılan logolar. Klasik bir yöntem olarak görünmesine rağmen çok modern ve etkileyici sonuçlar doğurabilen bu yönteme ait şu örneklere göz atmak yeterli olacaktır

Rebus - Karmaşık Formdaki Logolar:

Kelimeler, objeler ve sembollerin biraraya gelmesinden oluşan karmaşık yapıdaki logolar genelde anlaşılması güç logolardır. Ama hayalgücünün son noktasına doğru da harika birer yolculuktur da...

Numaralardan Oluşan Logolar:

Sadece rakamlardan ya da hem rakamlarda hem de harflerden oluşan logolardır. Bu numaralar farklı formlarda kullanılabileceği gibi genelde ölçü, mesafe, uzaklık gibi rakamsal değerleri olan anlatımlar için de kullanılabilir

Katmanlı, Gölgeli, Merkezi Olmayan Logolar:

Farklı formlar yaratmak isteyenlerin tercih ettiği belli bir merkezi bulunmayan, biraz sıradışı, katmanların (arkaplan kullanımı), gölgelemelerin kullanıldığı logolar. Bu şekilde hem derinlik hem de algı farklılığı sağlanan, taze ve hareketli logo yaratmak isteyenlerin logo tipi...

Çatlak, Kırılgan ve Agresif Logolar:

Tipografik karakterlerin ya da kullanılan sembollerin deforme edilerek, kırılarak, çizilerek, bükülerek oluşturulduğu logo tipi. Anlatılmak istenene, bu tür hareketler vererek farklılık yaratmak isteyenlerin kullandığı bu logo tipine çok farklı sektörlerde rastlamak mümkün..

4 Kasım 2013 Pazartesi

Atatürk'ün Çocukluk Anıları

MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR 

Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gitmesini istiyordu. Annesi Zübeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir çatışmaları sürüp gidiyordu: 

Zübeyde Hanım: “ Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu’nda? Ne öğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. “ 

Ali Rıza Bey: “ Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı önemli değil. Önemli olan, eğitimin iyi olması. Öğretmenlerin iyi eğitim vermesi. “

Zübeyde Hanım: “ Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca çok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, söyler misin bey? “ 

Ali Rıza Bey: “ Kimseden aşağı kalmadın, Zübeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla övünmüşümdür ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’na gidecek. “ 

Ali Rıza Bey yine de, Zübeyde Hanım’ın hatırını kırmamak için, oğlu Mustafa’yı birkaç günlüğüne mahalle mektebine gönderdi. 

Daha sonra bir bahaneyle Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu’na yazdırdı. Bu durum Mustafa’nın da hoşuna gitmişti, çünkü mahalle mektebinin dersleri O’na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu hemen kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya geçmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, bütün bir gün aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı küçük aklı büyük, yaşına göre, dünyada eşine ender rastlanacak üstün zekâlı bir çocuk için, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yürümemi beklemesin, diyordu. 

Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Hele sınıf öğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Öğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı öğrencisini anlatıyor, O’nu övüyordu: 

“ Arkadaşlar, az önceki matematik dersinde sınıfa çok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu üçüncü sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi çözemeyeceğinden emindim. Problemi önce yüksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Öğrencilerin çoğu soruyu okumakla meşguldü. Oysa çalışkan öğrenciler defterlerine çözüm işine girişmişlerdi. Problemi doğru çözdüğünü söyleyen altı öğrenciden beşinin bulduğu sonuç yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız böyle bir öğrencinizi alnından öpmez misiniz? Gelecekte Türk Milleti bu çocuktan çok şey bekleyecektir. “ 






ALTIN SAÇLI, DENİZ GÖZLÜ ÇOCUK 


Mustafa, Şemsi Efendi Okulu son sınıfa giderken, birgün sınıf öğretmeni bugün okula bir müfettişin geleceğini, ona karşı saygılı olmalarını, soracağı sorulara doğru cevap vernelerini söyledi. Eğer bilmiyorlarsa kesinlikle parmak kaldırmamalarını ihtar etti. İlk dersten sonraki teneffüste öğrenciler arasında konuşulan tek konu müfettişin sınıfta ne gibi bir soru sorabileceğiydi. Müfettişin sorduğu bir sorunun bile bilinememesi, kötü bir intiba bırakırdı. 

Bu durumda Mustafa, çalışkan öğrenciler arasında ön plana çıkıyor ve arkadaşlarına müfettişin sorduğu en zor soruyu bile doğru cevaplandıracağı sözünü veriyordu. 

İkinci ders, ikinci teneffüs derken, üçüncü dersin ortalarına doğru kapı çalındı ve müfettiş sınıfa girdi. Müfettiş, öğretmenle bir süre konuştuktan sonra sınıfa dönerek ilk soruyu sordu: Osmanlı Devleti, Avrupa'yı fethetmek istedi ama neden başarılı olamadı? 

Belki bu soru öğrenciler için, biraz ağır bir soruydu ama ağırlıkların kaldırılıp kaldırılamayacağı yani sorunun cevaplandırılıp cevaplandırılamayacağı da böyle bir soru sorulmadan bilinemezdi. Bu soru için, sınıfın en çalışkan dört öğrencisi parmak kaldırdı. Bunların arasında Mustafa da vardı. Aslında müfettiş sınıfa girip öğretmenle konuşurken, orta sıralarda oturan sarı saçlı, mavi gözlü ve o mavi gözlerinden zeka fışkıran öğrenciyi hemen farketmişti. Müfettiş, nedense bu sarışın öğrenciye parmak kaldırmasına rağmen, söz hakkı vermemiş, parmak kaldıran başka bir öğrenceden sorduğu sorunun cevabını istemişti. O öğrenci de, müfettişin beklediği bir şablon içinde soruyu cevaplamıştı. 

İkinci soru, ilk sorudan çok daha zor olmalıydı. Bir devlet çıksa, diyelim ki, bu Osmanlı Devleti olsun, dünyaya hakim olsa, bu durum ebediyete kadar devam eder mi? 

Mustafa olaya bu paralelde dik bir çizgi çekmek ihtiyacını hissetmişti. Birbirine paralel giden iki doğru bu dik çizgiyle kesişmeliydi. Mustafa'nın parmak kaldırıp söz isteyerek soruya verdiği cevap şu oldu: 

" Hayır, etmez. Bırak ebediyeti elli yıl bile devam etmez. Her ne için olursa olsun, başka milletleri boyunduruk altına almak, onları köle durumuna düşürmenin adı emperyalizmdir. Her millet kendi sınırları içinde özgür ve bağımsız yaşamalıdır. Yaşasın özgürlük, yaşasın bağımsızlık!.." 

Mustafa'nın büyük bir coşku içinde söylediği bu sözler üzerine müfettiş, bir süre öğretmenle konuştuktan sonra, Mustafa'nın yanına giderek, O'nu alnından öptü. 

" Yaşa Mustafa! Türk Milleti, senin gibi son derece bilgili, kültürlü ve düşüncesini korkmadan söyleyebilen, çağdaş yeni nesil gençlere emanet edilecektir. Sen Türk Milli Eğitimi'nin gururusun. " 






ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - PİYADECİLİK OYUNU 

Günlerden bir gün komşumuz Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz üniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul öğrencisiydi. Bir an kendimi o üniformanın içinde hissettim. 

O birkaç gün içinde komşular Ahmet’i görmeye gitti. Biz de annem Zübeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri üniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde biçimlice yürüyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yüksek nokta buydu. 

Daha sonra bir gün Ahmet, beni ve komşu çocuklarını bir araya topladı ve şöyle dedi: 

“ Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gördüğünüz tepeyi, Türk çocukları savunacak. Rum çocukları ise, ben başla dediğimde tepeye çıkarak onları aşağı çekmeye çalışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele geçirirse o grup kazanmış sayılacak. “ 

Komşumuzun oğlu Ahmet’in başla demesiyle Rum çocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum çocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı çekti. Rum çocukları çok hırslıydı ve paçasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı çekildi. Aşağı çekilen iki arkadaşımın yukarı çıkma şansı yüzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan üç Türk çocuğu kalmıştık. Beş Rum çocuğu tepenin üstüne çıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk. 

Bir Türk çocuğu, beş Rum çocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum çocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi gören arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin üstünde iki Türk çocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum çocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve üstleri toz toprak içinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık. 

Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Rüşdiye’sine kaydını yaptırdı. Mustafa özellikle sınavın yetenek bölümündeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, çelik gibi yüreğiyle komutanların dikkatini çekti. 

Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa’da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri rüşdiyeye böyle bir öğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dünya durdukça hiçbir askeri rüşdiyeye böylesine bir öğrenci gelemez. 


Alıntı 


ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI 


Çocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın üstünde yeni elbiseyi gören Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler. 

Annem Zübeyde Hanım: 

" Tabi olur, benim güzel çocuklarım. Ölçünüzü alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram günü de yeni elbiselerinizle gezersiniz. " 

Birkaç günde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine dönüş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, ütüledi ve elbise dolabına astı. 

Aradan zaman geçti ve arefe gününden bir gün önce evde bir gürültüdür koptu. Meğerse Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, üstüne olmamış, dar gelmiş ve bir yaş büyük ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun gören Makbule, Naciye'den elbisesini çıkarmasını isteyip sesini yükseltmiş. 

Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun üzerine Naciye: 

" Ama anne, benim elbisem üstüme olmadı, çok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? " 

Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye çalıştı ama dar geldi. 

Annem: 

" Tabi dar gelir. Siz büyüme çağındasınız. İki ay önce diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini düşünemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gün içinde yeni elbise dikerim. " 

Annem aynen öyle yaptı. İki günde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi. 

Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim. 


SON 





ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: KARANLIKTAN KORKMAM 

On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın çiftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le çok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gün Enver, bizim bağa gidip üzüm yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola çıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz için, karanlığa kaldık. 

Enver: "İstersen dönelim. Sen şehir çocuğu olduğun için, karanlıktan korkarsın. Böyle durumlara alışık değilsin" dedi. 

Ben karanlıktan korkmadığımı söyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaçlık alan derken, karanlık iyice çöktü. Yanımdaki Enver'i zor seçer oldum. Bir saat önce dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa dönelim, az kalmıştı ya, yarın gündüz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım üzüm kopardık. Üzüm yiyerek çiftliğe döndük. 


SON 


NACİYE KAYBOLDU 

Dayımın bakla tarlasına Makbule ile giderdik. Bir gün Naciye de bizimle gelmek istedi. İlk defa benden birşey istediği için olmaz diyemedim. Annemde izin çıkınca o gün üç kardeş tarlaya gittik. Naciye eline bir sopa aldı ve kargaların ardından koşturdu durdu. Bir ara Makbule ile uzun süren bir konuşmamız oldu. 

Tarlanın ortasındaki kulübenin önüne oturduk ve yemeğe başlayacaktık ki, Naciye'nin yanımızda olmadığını fark ettik. Sağa baktık, sola baktık, Naciye nerdesin diye bağırdık, Naciye yok. Neden sonra Naciye çıkageldi. Meğer karga peşinde koşarken çok yorulan Naciye kulübeye girmiş ve döşeğe yatıp uyumuş. Naciye'nin ortaya çıkmasıyla birlikte rahatladık ve yemeklerimizi yedik. 



İLK ANDA CANIM SI KILMIŞTI 

Bakla tarlasında yalnız başıma bekçilik yaptığım günlerden birinde öğle vakti kulübenin önündeki çardak altında uyuya kalmışım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, annemin sesine uyandım. 

Annem: " Dayısı şuna bak, Mustafa uyuya kalmış. Makbule dün pınardan soğuk su içince hastalandı ya, Mustafa bütün gece başında bekledi. Ondan uykusunu alamadı. Neyseki Makbule'ye ballı ıhlamur içirdim de iyileşti " dedi. 

Dayım: " Bırak canım uyusun. Benim en sevdiğim şeydir burada uyumak. Bu öğle sıcağında karga falan uğramaz. Bir yatsam iki saatten önce top atsan uyanmam " dedi. 

Bu konuşmaları duyunca ayağa fırladım. Uykuda yakalandım diye ilk anda canım sıkılmıştı ama Makbule'nin iyileştiğini duyunca rahatladım. 

Atatürk'ün Çocuklara Verdiği Önem


Atatürk çocukları çok severdi. Onun dilinde çocuk sevgi demekti. Sevdiklerine hangi yaşta olursa olsunlar "çocuk"diye seslenirdi. Ona göre çocuklar saflığı temsil ederdi ve etrafında sürekli çocuk görmek isterdi. Çocuklar Ona neşe veriyordu.

Atatürk'ün hayatı incelendiğinde savaş yıllarının en kötü koşullarında dahi çocuklarla yakından ilgilendiği ve birçok çocuğu koruması altına aldığı görülür.


Atatürk çocukları ülkenin geleceği olarak görüyor, onlara çok güveniyordu. Çocuklara söz hakkı verilmesini ve iyi eğitilmelerini istiyordu.

Bugünün küçükleri yarının büyükleridir. "diyen, Atatürk çocuklara çok değer verir, gezilerinde okullara uğrar, ders dinler, sorular sorardı.

Ataturk cocuklarla cok iyi gecinmesini bilir, onlari sevdigi kadar da kendisini sevdirirdi. Bir toplantida akilli bir cocuk gorunce dayanamaz, onunla konusurdu. Bu konusma cocugun sinifina gore olurdu. Bazen aritmetik, bazen Turkce dersinden sorular sorar, iyi cevaplar alinca memnun olurdu. Cocuk bir ustunluk gosteriyorsa ilgilenerek derslerine yardimci olurdu.

Son yillarda Ulku'yu tanimisti. Ulku, her zaman Ataturk'un yaninda bulunurdu. O kadar ki bazen misafirlerin yaninda kucagina otururdu. Artik kimse kucuk kiza kizmiyor, ustelik icten gelen bir sevgi ile kucuk kizi seviyorlardi. Ulku, cok sevimli bir kizdi. Uzaktan Ataturk'u gorunce sevincle kosar, Ataturk'un kucagina firlardi. Ataturk, her zamanki tatli sesiyle kucuk kiza neseli seyler soyler onun kalbini elde etmege calisirdi.

Ulku, onun bir parcasi gibiydi. Nereye gitse yaninda gotururdu. Kucuk kiz, hasta oldugu zaman doktorlarla beraber muayene eder, hastaligi hakkinda genis bilgi alirdi. Ulku, bir defa tifo olmustu. Doktorlar tifo gecici oldugu icin hastanin yanina sokmak istemiyorlardi. Ataturk, hic birini dinlemezdi. Hasta, Dolmabahce'de yattigi icin her gun Florya'dan Ulku'yu yoklamaya giderdi. Birgun, Ataturk, Yalova civarinda gezintiye cikmisti. Yaninda arkadaslari ve subaylar vardi.

Yolu bir an icin karistirdi. Ataturk, subayligin verdigi gorus kuvveti ile derhal yolu kestirdi. Arkadaslarina donerek: "Bu patikadan" dedi.

O sirada karsilarina bir sigirtmac cikti. Cocugun karni sis, yuzu sapsariydi. Ataturk'un sordugu suallere gayet akillica cevap veriyordu. Zeki gozleri parildiyordu. Ismi Mustafa idi. Sigirtmac Mustafa. Turk cocugunun zekasini begenen Ataturk, ona para vermek istedi. Almadi. Yol gostermek onun vazifesi idi. Para karsiliginda is yapilamazdi. Ataturk'u bile tanimiyordu. Israr karsisinda parayi almaga mecbur kaldi. Yalniz bir sarti vardi. Torbasindaki cevizlerden Ataturk'e verecekti. Ataturk o anda cocuga sordu:

"Okumak ister misin",

Cocuk cevapladi; "elbette", Ata yanindakilere emir verdi. Cocugu alarak Sisli'deki "Cocuk Hastanesi"ne yatirdilar. Ataturk, onu hem yokluyor, hem de doktorlarla cocugun sagligi hakkinda gorusuyordu.

Bir kac sene sonra Sigirtmac Mustafa, Kuleli Lisesi'ne girmisti. Derslerine cok calisiyordu. Hic sinifta kalmadan subay cikti ve sanli Turk ordusuna katildi.

ATATÜRK DİYOR Kİ;

"Çocukları severiz, çünkü çocuk bizim devamımızdır. Her çocukta biz, sonsuzluğa doğru uzayıp giden özlemimizin doyumunu buluruz."


"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir güç ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizlersiniz."

Atatürk çocukları o kadar çok seviyordu ki onlara bayram armağan etti. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, TBMM'nin 23 Nisan 1920 günü kurulmasının onuruna, TBMM tarafından sadece Türk çocuklarına değil, bütün Dünya çocuklarına ithaf edilen, her yıl 23 Nisan günü kutlanan, Türkiye'nin milli bayramıdır. 23 Nisan, TBMM'nin açılışı ve dolayısıyla da halkın yönetime tam anlamıyla hakim olmasının ilk günü olduğu için ulusal egemenlik açısından da önemli bir anlam taşır.

23 Nisan dünyada kutlanan ilk çocuk bayramıdır. Atatürk'ün Türk çocuklarına armağan ettiği bu bayram şenliklerine yabancı ulus*ların çocukları da katılır. 23 Nisan'da yönetim birimleri seçimle gelen kurullar bir süre çocuklara bırakılır. Bu güzel gelenek her yıl yinelenir. Her 23 Nisan'da bütün Türkiye bir bayram alanı olur. Çocuklar törenlerde konuş*malar yaparlar, şiirler okurlar.

ATATÜRK ÇOCUK OLMUŞ

Çocuk Bayramı'nda
Gelmiş katılmış aramıza,
Atatürk çocuk olmuş bakın:
Sallanıyor salıncakta!

Gülüyor gözlerinin içi,
Gülüyor,
Gökler, denizler kadar mavi.
Diyor ki: "Çocuklar, ben verdim size
Bayramların en güzelini".

"Dilerim, yurdumun çocukları,
Tüm çocukları dünyanın
Gülüp oynasınlar bugünkü gibi;
Acıda, sevinçte kardeş olsunlar...
Çınlasın yeryüzünde barış türküleri".

(Aziz SİVASLIOĞLU )

28 Ekim 2013 Pazartesi

Coğrafi Bilgi Sistemleri

Genel Bilgiler

Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS), Dünya üzerindeki karmaşık sosyal, ekonomik, çevresel vb.sorunların çözümüne yönelik mekana/konuma dayalı karar verme süreçlerinde kullanıcılara yardımcı olmak üzere, büyük hacimli coğrafi verilerin; toplanması,depolanması, işlenmesi, yönetimi, mekansal analizi, sorgulaması ve sunulması fonksiyonlarını yerine getiren donanım, yazılım, personel, coğrafi veri ve yöntem bütünüdür. 
CBS, genel bir kavram olup; çeşitli kullanım alanlarına ve tematik konulara yönelikolarak geliştirilen CBS uygulamaları vardır. Bu CBS uygulamaları, Kent BilgiSistemi, Orman Bilgi Sistemi, Karayolları Bilgi Sistemi, Arazi Bilgi Sistemi,Tapu ve Kadastro Bilgi Sistemi, Lojistik Bilgi Sistemi, İç Güvenlik BilgiSistemi, Araç İzleme Bilgi Sistemi, Trafik Bilgi Sistemi, Kampüs Bilgi Sistemi,Deprem Bilgi Sistemi, Harita Bilgi Sistemi, vb. şekilde adlandırılırlar.
Coğrafi Bilgi Sistemleri programının amacı, kamu ve özel kuruluşlarakarar verme sürecinde etkin olan coğrafi bilgi teknolojileri ve yönetim sistemleri konusunda ve veri yönetiminin temel ilkelerine, stratejilerine vetekniklerine vakıf; analitik düşünme, sorun çözme ve karar verme yetenekleriile donanmış elemanlar yetiştirmektir.
Dünyada içinde bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuran sektör kuşkusuz bilişim sektörüdür. Sektörel anlamda en çok gereksinim duyulan bileşenler ise internet uygulamaları, telekomünikasyon ve şüphesiz bilgi sistemleri uygulamalarıdır. Ülkemizde bilimsel çalışmalardaki, kamu kuruluşlarındaki ve özel sektördeki coğrafi bilgi sistemleri ve yönetim bilişim sistemleri konusunda yetişmiş eleman noksanlığının giderilmesi gerekmektedir. Bu sayede teknoloji etkin olarak kullanılabilecek ve her yıl özellikle kamu kuruluşları tarafından milyonlarca dolar maliyetli olarak oluşturulan sistemler atıl durumda kalmayacaktır. Bunun yanı sıra özellikle planlama, jeoloji, ziraat, ormancılık ağırlıklı çalışmalarda bu teknolojiyi daha yaygın ve etkin olarak kullanılması sonucu, bu bazdaki çalışmaların niteliği yükselebilecektir.
Programdan mezun olacak öğrencilerin nitelikleri açısından programın başarısı, mezunların kamu ve özel kuruluşlarda işe girme ve mezun çalışanların birimlerinde yükselme oranı ile ölçülebilir. Bu programdan mezun olacak öğrenciler “Coğrafi Bilgi Teknolojileri ve Yönetim Sistemleri Meslek Elemanı” ünvanı alacaklardır.
Coğrafi Bilgi Sistemleri Programını başarıyla tamamlayan mezunlar; kamu ve özel sektördeki Haritacılık, Hidrolojik Uygulamalar, Jeolojik Uygulamalar, Ormancılık Uygulamaları, Zirai Uygulamalar, Denizcilik ve Kıyı Yönetimi, Savunma Uygulamaları alanlarında çalışan kurum ve kuruluşların ve özellikle yerel yönetimlerin öncelikle mekansal veri üreten birimlerinde ve bilgi işlem birimlerinde çalışma olanağına sahip olabilirler.


Atom Modellerinin Tarihsel Gelişimi

homson Atom Modeli : (1902) üzümlü kek şeklindeki atom modeli; Thomson atom altı parçacıklar üzerinde çalışmalar yaparken icat ettiği katot tüpü yardımıyla 1887 yılında elektronu keşfinden sonra kendi atom modelini ortaya attı. Thomson'a göre Atom dışı tamamen pozitif yüklü bir küre olup ve negatif yüklü olan elektronlar ise kek içerisindeki gömülü üzümler gibi bu küre içerisine gömülmüş hâldedir. Rutherford Atom Modeli: (1911) güneş sistemine benzeyen atom modeli; Thomson'm modeline pek inanmayan Rutherford ünlü alfa saçılması deneyi ile kimya tarihine nükleer atom kavramım sokarak yeni çığır açmıştır. İnce altın levhayı radyoaktif atomların yayınladıkları alfa ışınlarıyla bombardımana tabii tutan Lord Ernest Rutherford gözlemlerine ve deneylerinin sonuçlarına dayanarak, atomun Thomson tarafından hayâl edilmiş "fon statik topluluk olamayacağına hükmetti. Ve atomun yapısını, topta gezegenlerin Güneş'in etrafında gravitasyon kuvvetinin etkisiyle dolandıkları gibi gibi elektronlum da pozitif yüklü bir çekirdeğin etrafında elektriksel çekim kuvvetinin etkisi alanda dolanmakta olduğu dinamik bir model olarak açıkladı. Bohr Atom Modeli : (1913) kuvantum teorisinin sahneye çıkışı; Rutherford atom modeli üzerinde kafa yoran Danishy;markalı fizikçi Niels Bohr, klasik fizik gereği çekirdeğin etrafında dolanan elektronların ivmeli hareketlerinden dolayı, enerji kaybederek çekirdeğe düşmeleri gerektiğini düşündü. Ama hiç de böyle olmamakta ve atom kararlılığını muhafaza etmektedir. Bohr atomun bu karalılığını; 1. Elektron hareketlerinin ancak belirli yörüngeler (enerji seviyeleri) üzerinde mümkün olmasıyla, 2. Elektronun, bir yörüngeden bir başkasına geçişini ise belirli bir miktarda (bir kuvantum miktarında) bir enerji kazanmasına (ya da kaybetmesine) bağlı olduğuna, ve 3. Bir atomda, elektronların daha da alana düşme*yecekleri bir en alt enerji düzeyinin var olmasıy*la açıklamaktadır. De Broglie'un Atom Modeli: (1923) Broglie'un dalga modeli; Bohr'n atom modeli elektonların yörüngeler arası geçişlerin mümkün kılan “enerji (kuvantum) sıçramaları” açıklamakta yetersiz kalmaktaydı. Bunun çözümü Fransız fizikçisi Prens Victor De Broglie tarafından teklif edildi. De Broglie bilinen bazı tanecik*lerin uygun koşullar altında tıpkı elektromanyetik radyasyonlar gibi, bazen de elektromanyetik radyasyonların uygun şartlarda tıpkı birer tanecik gi*bi davranabileceklerini düşünerek elektronlara bir "sanal dalga”nın eşlik ettiği öne sürerek bir model teklif etti. Bu modele göre farklı elektron yörüngelerini çekirdeğin etrafında kapalı dalga halkaları oluşturmaktaydılar. Born'un Atom Modeli : (1927) olasılık kavramına dayanan atom modeli; Almanya'lı kuramsal bir fizik;çi olan Born Heisenberg'in belirsizlik ilke katlamakla beraber bir takım olasılık ve istatistiki hesapar neticesinde bir elektronun uzaydaki yerini yaklaşık olarak hesap etmenin mümkün olabileceğini öne sürdü. Born Schrödinger'in dalga denklemini olasılık açısından yorumlayarak dalga mekaniği ile ku*vantum teorisi arasında bir bağıntı kurdu. Böylece elektronun uzayın bir noktasında bulunması ihtimalinin hesaplanabileceğini göstermiş oldu ATOM MODELLERİ Bugün bildiğimiz atom bilgisi, teorik ve deneysel konularda yıllardır sürekli yapılan çalışmaların bütünüdür. Çalışmalar sonucunda atomun varlıgıı kesin bilgi hâlini aldıktan sonra, onları daha yakından tanımak, özellikleri ile ilgili araştırma ve incelemeler yapmak için modeller tasarlanmaya başlanmıştır. Model, bir konu ya da olayın anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla tasarlanır, ancak olayın gerçek niteliğini belirtmez. Atom modelleri; ilim adamları tarafından hayal edilmiş tablolardan iba*rettir. Bunlar atomu doğrudan doğruya gözlemleyerek yapılan tasanlar Değildir. En sade atom modelinde atomlar, içi dolu esnek küre olarak ka*il edilir. Şimdi atom modellerini inceleyelim. 1.1.1. DALTON ATOM MODELİ Sabit oranlar kanunu ve katlı oranlar kanunu olarak gördüğümüz bileşik-i terdeki kütlesel ilişkilere bakarak 1803 yılında John Dalton, maddelerin çok çok küçük yapı taşlarının topluluğu halinde bulunduğu, fikrini ileri sürdü. Dalton atom teorisi olarak ortaya konulan temel özellikler şunlardır; 1. Maddelerin özelliklerini gösteren birim parçacıklar atomlar veya atom gruplarıdır. 2. Aynı cins elementlerin atomları birbirleriyle tamamen aynıdır. 3. Atomlar içi dolu kürelerdir. 4. Farklı cins atomlar farklı kütlelidir. 5. Maddenin en küçük yapıtaşı atomdur. Atomlar parçalanamaz. 6. Atomlar belli sayılarda birleşerek molekülleri oluştururlar. Örneğin, 1 atom X ile l atom Y'den XY, l atom X ile 2 atom Y den XY2 bile*şiği oluşur. Oluşan bileşikler ise standart özellikteki moleküller topluluğudur. Atomla ilgili günümüzdeki bilgiler dikkate alındığında Dalton atom modelin*deki eksikliklere ek olarak üç önemli yanlış hemen fark edilir. 1. Atomlar, içi dolu küreler değildir. Boşluklu yapıdadırlar. 2. Aynı cins elementlerin atomları tam olarak aynı değildir. Kütleleri farklı (İzotop) olanları vardır. 3. Maddelerin en küçük parçasının atom olduğu ve atomların parçala*namaz olduğu doğru değildir. Radyoaktif olaylarda atomlar parçala*narak daha farklı kimyasal özellikte başka atomlara ayrışabilir; pro*ton, nötron, elektron gibi parçacıklar saçabilirler. 1.2. THOMSON ATOM MODELİ Dalton atom modelinde (-) yüklü elektronlardan ve (+) yüklü proton*lardan söz edilmemişti. Yapılan de*neyler yardımıyla, katot ışınlarından elektronun, kanal ışınlarından proto*nun varlığı ortaya konulmuştu. Bu bilgiler ışığında Thomson'un atomla İlgili fikirlerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz. 1. Protonlar ve nötronlar yüklü par*çacıklardır. Bunlar yük bakımın*dan eşit, işaretçe zıttırlar. Pro*ton + 1 birim yüke; elektron ise -l birim yüke eşittir. 2. Nötr bir atomda proton sayısı elektron sayısına eşit olduğundan yük*ler toplamı sıfırdır. 3. Atom yarıçapı 10-8 cm olan bir küre şeklindedir. Söz konusu küre içerisinde proton ve elektronlar atomda rast gele yerlerde bulunurlar. Elektronun küre içindeki dağılımı üzümün kek içindeki dağılımına benzer. 4. Elektronların kütlesi ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Bu nedenle atomun ağırlığını büyük ölçüde protonlar teşkil eder. Nötron denilen parçacıklardan bahsedilmemesi Thomson Atom teorisi*nin eksiklerinden biridir. Proton ve elektronların atomda rastgele yerlere bulunduğu İddiası ise teorinin hatalı yönüdür. 1.1.3. RUTHERFORD ATOM Atomun yapısının açıklanması hakkında,önemli katkıda bulu*nanlardan birisi de Ernest Rutherford (Örnıst Radırford) olarak bilinir. Rutherford'dan önce Thom*son atom modeli geçerliydi. Bu modele göre, atom küre şeklindedir. Ve küre içerisinde proton ve elektronlar bulunmaktadır. Acaba bu proton ve elektronlar atom içerisinde belirli bir düzene mi, yoksa rastgele bir dağılım içe*risinde mi bulunuyorlar? Bu soru*nun cevabı daha bulunamamıştı. Rutherford bu sorunun cevabı ve Thomson atom modelinin doğruluk derecesini anlamak için yaptığı alfa (a) parçacıkları deneyi sonucunda bir model geliştirmiştir. Polonyum ve radyum bir a-ışını kaynağıdır. Rutherford, bir radyoaktif kaynaktan çıkan a-taneciklerini bir demet hâlinde iğne ucu büyüklüğündeki yarıktan geçirdikten sonra, kalınlığı 10-4 cm kadar olan ve arkasında çinko sülfür (ZnS) sürülmüş bir ekran bulunan altın levha üzerine gönderdi. Altın levhayı geçip ekran üzerine düşen a - parçacıkları ekrana sürülen ZnS üzerinde ışıldama yaparlar. Böylece metal levhayı geçen a - parçacıklarını sayma imkanı elde edilir. Rutherford, yaptığı deneylerde metal levha üzerine gönderilen a- parçacıklarının % 99,99 kadarının ya hiç yollarında sapmadan ya da yollarından çok az saparak metal levhadan geçtiklerini, fakat çok az bir kısmının ise metale çarptıktan sonra büyük bîr açı yaparak geri döndüklerini gördü. Rutherford daha sonra deneyi altın levha ye*rine, kurşun, bakır ve platin metallerle tekrarladığında aynı sonucu gördü. Kinetik enerjisi çok yüksek olan ve çok hızlı olarak bir kaynaktan çıkan a - parçacıklarının geriye dönmesi için; 1.Metal levhada pozitif kısmın olması, 2.Bu pozitif yüklü kısmın kütlesinin (daha doğrusu yoğun*luğunun) çok büyük olması gerekir. Bu düşünceden hareketle Rutherford, yaptığı bu deneyden şu sonuçlan çıkardı. Eğer, a tanecikleri atom içerisindeki bir elektrona çarpsaydı, kinetik enerjileri büyük olduğu için elektronu yerinden sö*kerek yoluna devam edebilirlerdi. Ayrıca, a - taneciği pozitif, elektron negatif olduğundan geriye dönüş söz konusu ol*maması gerekirdi. Bu düşünceyle hareket eden Rutherford,metale çarparak geriye dönen alfa parçacıklarının sayısı metal levhadan geçenlere oranla çok küçük olduğundan; atom İçerisinde pozitif yüklü ve kütlesi büyük olan bu kısmın hacmi, toplam atom hacmine oranla çok çok küçük olması gerektiğini düşünerek, bu pozitif yüklü kısma çekirdek dedi. Rutherford, atomun kütlesinin yaklaşık olarak çekirdeğin kütlesine eşit olduğunu ve elektronlarında çekirdek etrafındaki yörüngelerde döndüğü*nü ileri sürmüştür. Buna göre, Rutherford atomu güneş sistemine benzetmiş oluyordu. Rutherford atom modelini ortaya koyduğunda nötron*ların varlığı daha bilinmiyordu. Günümüzde ise «çekirdeğin proton ve nötronlar içerdiği ve bunların çekirdeğin kütlesini oluşturduklarına inanılmaktadır. Rutherford'un ortaya koyduğu atom modelinin boyutlarını da anlamak önemlidir. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz. Eğer, bir atomun çekirdeği bir tenis topu büyüklüğünde olsaydı, bu atom büyük bir stadyum büyüklüğünde olurdu. He atomu 2 proton, 2 nötron ve 2 elektron*dan oluşur. Bir He atomunun 2 elektronu tamamen uzaklaştırılırsa geriye +2 yüklü helyum iyonu (He+2) kalır. Bu iyona alfa (a) parçacığı (alfa ışını) denir. Bir atomu a - taneciği ile incelemek, bir şeftaliyi uzun bir iğne ile incelemeye benzer, iğnenin şeftalinin ortasında sert bir şeye çarptığını tespit ederek şeftali çekirdeğinin varlığını ve büyüklüğünü onu hiç görmeden anlamak mümkündür. Bu arada şeftali ile çekirdeğinin büyüklüğü ve atom ile çekirdeğinin büyüklüğünün aynı oranda olamayacağı unutulmamalıdır. 1.1.4. Bohr Atom Teorisi Buraya kadar anlatılan atom modellerinde, atomun çekirdeğinde, (+) yüklü proton ve yüksüz nötronların bulunduğu, çekirdeğin etrafında dairesel yörüngelerde elektronların dolaştığı ifade edildi. Bu elektronların çekirdek etrafında nasıl bir yörüngede dolaştığı, hız ve momentumlarının ne olduğu ile ilgili bir netice ortaya konmadı. Bohr ise atom teorisinde elektronların hareketini bu noktadan inceledi. 1913 yılında Neils Bohr, hidrojen atomunun spektrum çizgilerini ve Planck'ın kuvantum kuramını kullanarak Bohr kuramını ileri sürdü. Bu bilgiler ışığında Bohr postulatları şöyle özetlenebilir. 1. Bir atomdaki elektronlar çekirdekten belli uzaklıkta ve kararlı hâllerde hareket ederler. Her kararlı hâlin sabit bir enerjisi vardır. 2. Her hangi bir kararlı enerji seviyesinde elektron dairesel bir yörünge*de (orbitalde) hareket eder. Bu yörüngelere enerji düzeyleri veya ka*bukları denir. 3. Elektron kararlı hâllerden birinde bulunurken atom ışık (radyasyon) yayınlamaz. Ancak, yüksek enerji düzeyinden daha düşük enerji dü*zeyine geçtiğinde, seviyeler arasındaki enerji farkına eşit bir ışık kuantı yayınlar. Burada E = h-i) bağıntısı geçerlidir. 4. Elektron hareketinin mümkün olduğu kararlı seviyeler, K, L, M, N, O gibi harflerle veya en düşük enerji düzeyi l olmak üzere, her enerji düzeyi pozitif bir tam sayı ile belirlenir ve genel olarak "n" İle gösterilir, (n: 1,2,3 .....¥) Bugünkü bilgilerimize göre; Bohr kuramının, elektronların dairesel yörüngelerde hareket ettikleri, ifadesi yanlıştır. Bohr atom modeli, hidrojen atomunun davranışını çok iyi açıkladığından ve basit olduğundan önce büyük ilgi gördü. Ancak, bu model çok elektronlu atomların davranışlarını (atomların spektrumlarını, atom çekirdeğinin bir elektronunu yakalayarak başka atom çekirdeğine dönüşünü) açıklayamadığından yaklaşık 12 yıl kadar geçerli kaldı. Daha sonra yerini modern atom teorisine bıraktı. Bohr'a göre, elektronlar çekirdekten belirli uzaklıklarda dairesel yörüngeler izlerler. Çekirdeğe en yakın yörüngede bulunan (n = 1) K tabakası en düşük enerjilidir. Çekirdekten uzaklaştıkça tabakanın yarıçapı ve o kabukta bulunan elektronun enerjisi artar. Elektron çekirdekten sonsuz uzaklıkta iken (n @¥) elektronla çekirdek arasında, çekim kuvveti bulunmaz. Bu durumda elektronun potansiyel enerjisi sıfırdır. Elektron atomdan uzaklaşmış olur. Bu olaya iyonlaşma denir. Elektron çekirdeğe yaklaştıkça çekme kuvveti oluşacağından, elektro*nun bir potansiyel enerjisi olur. Elektron çekirdeğe yaklaştıkça atom kararlı hâle doğru gelir, potansiyel enerjisi azalır. Buna göre, elektronun her enerji düzeyindeki potansiyel enerjisi sıfırdan küçük olur. Yani negatif olur. Bohr hidrojen atomunda çekirdeğe en yakın enerji düzeyinde (K yörüngesi) bulunan elektronun enerjisini -313,6 kkal